Bizimle İletişime Geçin

Söyleşi

Zeki Bulduk: Yaralanan Uzaklara Sevdalanıyor

Zeki Bulduk, yirmi yılı aşkın süredir Türk edebiyatına eserler veriyor. Mevlana’nın pergel metaforunda olduğu gibi bir ayağı burada, diğeriyle coğrafyaları dolaşıyor ve anlatıyor. Kosova, İran ve nihayet Afganistan… Hikayeler, insan resimleri ve duyarlı bir şahitlik. Zeki Bulduk ile son kitabı ‘Evlat Babanın Sırrıdır: Afganistan Mektupları’nı ve insan hikayelerini konuştuk.

EKLENDİ

:

Son kitabınız ‘Evlat Babanın Sırrıdır: Afganistan Mektupları’ Muhit Kitap’tan çıktı. Kitabı, Mezar-ı Şerif ve Afganistan tanıklıklarınız oluşturuyor. Afganistan’a nasıl düştü yolunuz ve giderken duygularınız nasıldı?

2012 yılında İHH’nın Yetim Dayanışma Günleri kapsamında on günlük bir ziyaretimiz oldu. Kabil, Celalabad, Takhar ve Bedahşan vilayetlerindeki yetimhanelere ziyaretlerde bulunduk. Çocuklarla pikniklere gittik. Hayırseverlerin emanetlerini teslim ettik. Bu süre içerisinde ülkeyi güneyden kuzeye karayoluyla geçtik. Okullar, sokaklar, dükkanlar, kerpiç damlı evleriyle şehirler gördüm. Gördüğüm her şey beni şaşkınlığa ve hayrete sürükledi. En çokta Amerikan askerleri, upuzun askeri konvoylar, paralı askerler, muhteşem dağlar şaşkınlığa sürükledi beni. Mahrem bir şeye bakıyormuşum gibi hissettim her anımı.

Her Afganda Türkiye’nin bir karşılığı var

Afganistan, 1979-1989 yılları arasında yaşanan Sovyet işgaline karşı verilmiş cihaddan ötürü Türkiye kamuoyunun ismen bildiği, hissen yakın gördüğü bir ülke. Fakat bir çok da bilinmezlik var. Afganistan’da durum ne; Türkiye ne kadar ve nasıl biliniyor? Bildiğiniz ve bulduğunuz Afganistan arasında nasıl bir fark vardı?

Evet, Türkiye’de Afganistan; Afgan Cihadı, Rus işgali, haşhaş ticareti, burka gibi kavramlarla hatırlanıyor. Ardından ise 11 Eylül sonrası Amerika’nın istilası ve Talibanın varlığını sürekli hale getirmesi. En son ise bombalı saldırılar. Afganistancephesinden bakarsak eğer; Kurtuluş Savaşında ülkemize gönderilen altınlar, Fetö okulları, Afgan Cihadı döneminde cihat için Afganistan’a gelen Türkler, 2000 sonrası ise asker ve sivil kuruluşlarıyla Afganistan’a yardım için gelen Türkler. Bir de, cihad sırasında göçmen durumuna düşen Afganların yurt bellediği, Pakistan’dan sonraki ikinci ülke olmamız. Neredeyse her Afganda bir karşılığı var Türkiye’nin. Bu, olumlu bir karşılık. Olumsuz görenle karşılaşmadık. Ancak, Fetö meselesinde kafaları karıştı. Onların Türk devleti tarafından gönderildiklerine, Müslüman olduklarına inandıklarını, Türk hükümetine ve milletine silah doğrulttuklarına inanamadılar. Bu sebepten olsa gerek Türkiye’den kim giderse gitsin başlarının üzerlerinde yerimiz var. Bu muhabbeti bilen ecnebi askeri birliklerde zaman zaman araçlara Türk bayrağı yapıştırılıyor ki saldırılara karşı bizi perde olarak kullanıyorlar.

Afganistan’ın yetim çocukları beni çarptı

Evet, Afganistan Mektupları teşkil ediyor kitabınızı. Ama bir tarafıyla, hatta çok tarafıyla insanı anlatıyorsunuz. Acılarla yoğrulmuş o coğrafyanın insanında başlıca neler çarptı sizi?

Tabi ki çocuklar. İlk ziyaretimde yetimleri görmem, dünyada Brezilya’dan sonra en çok yetim nüfusun Afganistan’da olduğunu öğrenmem içimi acıttı. Zira, o çocukları istatistiklerin, filmlerin, romanların, raporların dışında karşımda kanlı canlı gördüm. Ardından kadınlar… Kadın nüfusunun erkek nüfusunun iki katı olduğu yıllarda gitmiştim Afganistan’a. Bir sağlık ocağının duvarının dibinde, yağmura rağmen sağlık ocağının açılmasını bekleyen yüzlerce burkalı kadın… Islak güvercinler gibi duvar dibinde bekliyorlardı. O insanlarda benim beş dakika sabredemeyeceğim ıstıraplar karşısındaki ömürlük sabır, suskunluk, delici bakışlar, sevdi mi bir hareketiyle o sevginin derinliğini gösteren muhabbet, ölümüne dostluk. Ve asla vatanından vazgeçmemek; o vatan karnını doyurmasa da.

Yaralanan, uzaklara sevdalanıyor

İlk romanınız ve ödüllü kitabınız Kayıplar Kosova. Sonra Tahran ve şimdi Afganistan Mektupları. Sizi, edebiyatınızın ufkunu bu denli geniş tutmaya iten saik ne?

Bu dediğiniz yaralanmak gibi bir şey. Daha çok ısırılmak. Ve ısırılan, yaralanan uzaklara sevdalanıyor. Uzaklarda yarasını bağlamak istiyor. Sanki yaramı yanımdakilere açmak istemedim. Uzaklarda, kendime benzeyenleri, benzer hikayeleri bulmak istedim. Kosova’yı yazdığım yıllarda gençtim ve savaşmak istiyordum. Ama olmadı. Oluru yazmak imiş. Tahran… Türkiye’nin 28 Şubat ve evvelinde keskinleşen daha kirli bir dili vardı. Din ile mesafeli olmayanlara “İran’a gidin! Arabistan’a gidin!” diyen bir kibir dili vardı. Hoş, o dil biraz küller altında olsa da yine diri duruyor bir yerlerde. Yani, o azarı yediğim için gitmedim ama nasip kapısı Tahran’a doğru açıldı. Tahran sokaklarında Farsça’dan çok Türkçe konuşulur. Bunu sokağa inince görürsünüz. İmam Humeyni Havalimanına inene kadar siz de Türk ulusalcıları, batıcıları, Atatürkçüleri gibi İran’ı şeriat ülkesi zannedersiniz. Oysa başka bir dünya vardır. Tahran, önyargıların kırılması için yaratılmıştır. Bildiklerinizi ters yüz etmek için. Ezberlerimi bozmak için değil, ezberlerimin altını kazımak için gittiğim ülkelerden başka şeyler alıp döndüm. Tahran’dan insan ve memleket sevgisini, Mezar-ı Şerif’ten hayatın ne kadar büyük bir nimet olduğu gerçeğini, Priştine’den tarihi, hayal kurmanın Prizren Sinan Paşa Camii kadar müşahhas güzelliğini… Yeryüzü bize mescid kılındı, diye yola çıktım ve her vardığım yerde ev sıcaklığı, insan sıcaklığı, acının her coğrafyada aynı olduğunu alıp geldim.

Tahran, Afganistan ve Kosova. Dışarıdasınız. Nedir sebebi: Arıyor musunuz?

Evet. Bulmak istediğim şeyi artık biraz daha iyi anlıyorum. Hissediyorum. Durulmak, denge kurmak, dinlemek istiyorum yolculuklarımdan sonra. Sidharttha’da bir bölüm vardır. Yolcu ırmağı geçerken kayıkçı, bu yoldan tekrar geçeceksin, der. Oysa yolcu tekrar dönmeyi düşünmemektedir. İlerleyen bölümlerde yolcu ırmağa gelir ve kayıkçı olur. Yolculuklarım kalbime dönüşümü hızlandırıyor. Belki de kendime değil, insan olmaya, insan kalmaya doğru bir yol. Tahran’da karşılıksız seven dostlar, Mezar-ı Şerif’te elinde olmadığı halde sizi hediyelere boğan insanlar ve fukaraların muhteşem imanı, Priştine’de ise kanaatkar ve neşeli insanların kasmadan hayatı verene hayatı teslim etmeleri… Aramaya devam ettiğim şey insanın kalbini sımsıcak eden, yüreği diri kılan bir şey.

Fukara insanların zengin hayatlarını gördüm

Bulunma sebebiniz gereği çok dolaştınız Afganistan’da. Ve diyorsunuz ki, “Her evden bir şeyler alıp çıktım.” Aldıklarınızın bir kısmını yazdınız. Şüphesiz ki, daha yazacaksınız da. Fakat size en çok ne yükledi o evlerden alıp çıktıklarınız?

Aslında hikayelerinin bilinmesini çok da istemiyorlar. Bu sebepten az da olsa gücü olanlar resimlerinin çekilmesine izin vermediler. Sohbete, muhabbete, birlikte yemek yemeye, namaz kılmaya razı oldular. Ama onların resmini ya da hikayelerini paylaşmama razı olmadılar. Razı olanlar ise ya çok sevdiler ya da güçleri yoktu “Anlatma” demeye. Ben yine de onları anlatmak istedim. Zira, o hikayeler bizler için şifaydı. Birçoğumuz için muhteşem nurdan heykellerdi. Bazen o insanların, o fukara ve garip insanların ne kadar zengin bir hayatları, ne kadar mahrem bir hayatları olduğunu gördükçe; bizler yaşam fukaralarıyız. Memur gibi bir şeyiz işte. Kesip biçiyoruz hayatı. Yaşamaktan korkuyoruz. Oysa, oradaki insanlar, her an öldürülecekleri hissiyle öyle güzel gülüyorlar, öyle güzel ertelemeden yaşıyorlar ki… Mesela Belh ilçesinde bir havuç tarlanız varsa ve kış vakti çuvallara o havuçları doldurup ateşgedenin kenarındaki yola çuvalları dizip yoldan geçenleri izlerken gülümsüyorsanız, bu muhteşem bir şey. O sırada ben zırhlı bir araçla yoldan geçiyorumdur, tüm korkaklığımla, can korkusuyla, hayata dokunmadan. Ya da bir haşhaş tarlasının kenarından geçerken yanımdaki arbekinin (korucu) yüzü kıpkırmızı olmuştur. Haşhaş hakkında konuşmak istemez. Ama o haşhaşı eker, tüm günahı da ekmeden omzuna almıştır.

Omzumda mı ne var: Beni çağırıyorlar. Kendilerine tanık olanlara eğer kapılarını açmışlarsa kurtuluş yok, mutlaka geri dönmek istersiniz oraya. Tıpkı onlarla savaştığı halde, o topraklara meftun olan Sovyet askerleri gibi evinize dönemezsiniz. Diyelim Moskova’ya, Taşkent’e, Kazan’a gitmişseniz bile Hindikuş Dağları sizi geri çağırır.

Afganistan, emperyal güçlerin daima hedefi olmuş bir coğrafya. Ve 40 yıldır orada kesintisiz savaş var. Savaşın gerçek yüzüne tanık olmuş bir yazar olarak neler aktarırsınız?

2017 yılının Şubat ayında Mezar ı Şerif Şahin Garnizonuna Taliban saldırı yaptı. Sekiz ile on Talip iki Ranger araca el koyup, güya Faryap vilayetinden yaralı askerleri getirmişler gibi Cuma namazı saatinde Garnizona girdiler. Mescid ve yemekhanede bulunan askerlerden üç yüzün üzerinde şehid, iki yüzden fazla da yaralı oldu. Ofis ile arası 1 km olan garnizondan silah sesleri geliyordu. Evrak imzalıyordum. Devam ettim işime. Afganlar, devam ettiler işlerine. Mendevi adı verilen pazaryerinde bir bomba patladı. Yine sesini ofisten duyduk. Bir ölü ve sayısını vermedikleri yaralılar vardı. Pazar, devam etti. Babası şehid olmuş asker çocukları tanıdım yetimhanede. Anneleri yaşıyordu. Kabil’den bir talibi geliyor, kadını alıp götürüyor, çocukları almadan gidiyorlardı. Komutanlık yapmış, cihad döneminde kurşun sıkmış bir kadının evine erzak yardımı götürdüğüm gün utandığım kadar hiç utanmadım ben bu dünyada. Kadın öyle düşkün değildi ama rüşvetçi sistem onu bir kenara bırakmış, çocuklarıyla bir kenara atmıştı. Kızlarına bakamayan babaların daha on üç yaşındaki kızlarını kendi elleriyle zengin bir adama üçüncü eş olarak verdiğine, verdiklerine şahit olduktan sonra savaşın savaş sırasında değil de bittikten sonra başladığını görüyorsunuz.

Güney Türkistan’da kayıp çocukluğuma dokundum

Orta Asya’dan Anadolu’ya geliş güzergahımızda Afganistan da var. Ve siz Anadolu’nun bağrında doğup büyümüş, Kırşehirli bir edebiyatçısınız. İzleri geriye doğru takip ettiğinizde, Anadolu’dan o coğrafyada neleri yakın ve aşina buldunuz?

Görev yaptığım bölge tarihte Güney Türkistan olarak bilinen bölgedir. Her ne kadar günümüzde Hindikuşun kuzeyine Kuzey Afganistan denilse de Maveraünnehrin kapısında görev yaptım. Haliyle Özbekler, Türkmenler ve Tacikler, biraz da Hazaralar ile hemhal oldum. Bu sebeple dil ve folklor fena halde Anadolu kokuyordu. Daha doğrusu Anadolu’daki kokunun kaynağına varmıştım. Ve en çok da bozkır ile atlar… Andhoy, Akça, Kunduz, Takhar, Samengan, Cevizcan, Belh… Hangisine yol alsam Kırşehir’den Kayseri’ye gider gibiydim. Sanki bazen yolum Çorum’a, oradan Amasya’ya doğru uzayıp gidiyordu. Bozkırı bozkırıma, dili dilime, sohbeti sohbetime, aksakallıları dedelerime, koyunları koyunlarımıza benziyordu. Ha bir de; dedem kervancıydı. On üç devemiz varmış. Göremedim onları. Onlardan geriye çanları kalmıştı. Ama dedemin atlarına bindim. Güney Türkistan’da, çocukken göremediğim dedemin develerini çok gördüm. Atlara bindim. Kayıp çocukluğuma dokundum Asya’nın kalbinde. Hüseyin Baykara, Ali Şir Nevai, Babür Şah… Sanki onlarla birlikte Hz Ali’nin Ravza’sında aynı cemaatte namaz kıldım. Mevlana Celaleddin’in doğduğu köye ayda bir gittim. Sanki bizim komşu köye gider gibiydim. Oysa o yollarda pusular olurdu. Aldırmadım. Zira, insan toprağa yazgılı. Kendi toprağında ölüme bile gitse rahat gidiyor. Ve toprak damlar. Kerpiç evler. O kerpiç evleri düşündükçe sanırım bir roman yazabilirim.

1900’lerin başında yolu Afganistan’a düşen Jöntürkler var. Afgan cihadına katılan Türkiye’den mücahidler var. Ve şimdi yeni bir kuşak gidiyor oralara. Bu sefer kalıcı ve sağlam köprüler kuran bir hamleden söz edebilir miyiz?

Net bir soru. Ümitvar olmak isterim. Jöntürklere altınları veren, hatta Milli Mücadele’ye “Halife efendimize götürün!” diye verilen bilezikleri veren gelinlerin torunlarıyla tanıştım. Kitapta Hacı Ata’dan bahsettim. O anlattı bana. Zaten o anlatmaya başladığı gün benim Afganistan kapılarım açıldı. Enver Paşa için toplanan Özbek ve Türkmen erleri, onu Ruslara yedirmeyişlerini ama Kazakların elinden alamayışlarını, Ceyhun Havzasındaki Müslümanların çuvallar dolusu altını trene yükleyişlerini… Belh kasabasında, Tacik mücahidlerle sohbet sırasında bizimkileri, Türkiye’den gelen mücahitleri sorduğumda, “Biz misafiri cephenin önüne sürmedik, onlar geride bize destek oldular” deyişlerini ama Afgan topraklarında bir kurşun dahi sallasanız nereye giderseniz gidin oraya geri döneceğinizi bilirsiniz. Hatta, dersiniz ki, bir el arabam olsun, yeter ki Belhte, Mezar’da (Orada hep Mezar denir, Mezar-ı Şerif denmez. Mezar bile sempatiktir o coğrafyada) ya da Andhoy’da “Pazarda yük taşır geçimimi sağlarım” diyeceğiniz, kanaatın ülkesi, yokluğun başkentidir o topraklar.

Kalkınma projelerine ağırlık vermek gerek

Yardım kuruluşları kesinlikle hata yapıyor. Bunu çalışanlar da biliyorlar. Ama her nedense üstlerini uyarmıyorlar. Zira, insanlar yardımlarla tembelliğe alıştırılmış vaziyette. Kalkınma ajansları ise memurların yolluklarını veriyor ama memurlar alışılmış, yolun dışına çıkmadan büyük paraları orada havanda su döver gibi ezip yok ediyorlar. Ceyhun Nehri ıslah çalışmalarında, baraj yapımlarında, otoban yapımında o kadar para havaya uçmuş ama eser meydana gelmemiştir. Türk kurumları ise büyük yatırımlar yaparken süreklilik arz eden yatırımları son yıllarda yapmaya başlamıştır. Kalkınma projelerinden ziyade hayır projesi yapmak ise günü kurtarmaktan öteye geçmemektedir. Belki topraksız tarım, suya ulaşımın kolaylaştırılması, küçük işletmelerin desteklenmesi, iş alanları oluştururken devletle dirsek teması sağlanması Pakistan’a, Türkiye’ye ve Avrupa’ya olan mülteci göçünü durduracaktır. Ve Türkiye’ye en zor zamanlarında müttefik olan bir güç toparlandığında doğu kapılarımız sağlama alınacak, hatta Çin politikalarımızda daha dik durabileceğiz. Ama onca yıllık dostluk, kardeşlik, aynı mezhepten olmanın yanında Rusların ya da Amerikalı, Alman hatta Danimarkalıların bildiğini kendi sahamızda icra edemiyoruz: İnsana yatırım. Biz maalesef bozkırın ortasına saray yapıyoruz, kervansaray. Gelen geçen yatıp gidiyor.

Bir çok şehir ve bir çok hikaye… Sizin içinizi en çok dağlayan ve içinize en çok inşirah veren hangileriydi?

Bedahşan. Feyzabat Farhar yolu. O yoldaki ölü Rus tankları. İnşirah. Takhar. Talokan şehrine girişte bir otomobil bir de minibüs enkazı. Yanık minibüs. Gelin alayından geriye kalan enkaz. Yerini hiç değiştirmemişler. Rusların katlettiği bir düğün kervanı… Hala dağlıyor yüreğimi. Mezar-ı Şerif. Ravza. Hz Ali makamının hemen ardında bir hazire. Sesler duyuyorum ve hazirenin kapısını araladığımda onlarca derviş cehri zikre durmuşlar… Sanırsınız Resulu Ekrem’in kapısındayım. Muhteşem. Ramazan’da, iftar vakti, haber vermeden bazı evlere giderdik… O evleri özlüyorum. Hem dağlayan hem de inşirah bulduğum yer ise; Belh Vilayeti Kadınlar Hapishanesi. O hapishaneye ruhumu hapsettiler sanki. Oradaki masum çocuklarla sıkışıp kaldım bir konteyner içinde.

Mezar-ı Şerif’te görev yapacağınızı öğrenince seviniyorsunuz. Gittiğinize sevineceğiniz başka hangi menziller var?

Görevden ziyade ailemle gitmek, bir müddet yaşamak istediğim yerler: Zanzibar, Marakeş, Isfahan. Ama Üsküp, İslamabad ve tabi ki Medine. Ve sanırım uzaklar artık o kadar da çekmiyor beni. Gidersem bir hayrım olacaksa gideyim istiyorum. Varlık, yer ile kaim olmuyor; mühim olanın bilinç olduğu fark edilince. Sanırım en büyülü, en gerçekçi, en masal diyarı ve yokluğun başkenti olan Mezar-ı Şerif’i gördükten sonra biraz duruldum.

Ben babamın yolculuklarıyım

Evlat Babanın Sırrıdır’ diyorsunuz ya, siz babanızın hangi sırrısınız ve çocuklarınız hangi sırrı taşıyor sizden?

Ben babamın yolculukları, gitmeleriyim. Kimseye zarar vermemek için sessizce gitmeleri… Çocuklarım ise gün gelecek onlar söyleyecekler. Bilmiyorum, hangi sırlarına tekabül edeceğim. Ama, benden vazgeçme, el etek çekme, kenara çekilme halimi almalarını istemem. Zira, çok tuhaf zamanlar geliyor. Merhametli, vicdanlı ve mülayim insanları hiçe sayan bir hareketlilik var. Ancak dirençli ve cesur insanların ayakta kalabileceği kötü bir rüzgar geliyor dünyanın üzerine.

Afganistan deyince Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Bahattin Yıldız, Ahmet Şah Mesut geliyor aklımıza. Sizin Afganistanınızda artık kimler var?

Belhli Hatice, Akçalı Ayşe, Doktor Hamid, Doktor Parsa, Şiiri yarım kalan Kahhar Asi, Bağlanlı acı dilli Guzelay, Yetimlerin en buruk hali Ayetullah, şarkıları kadar mecnun, ölümü kadar sahipsiz, Afgan dağlarından çıkartılan zümrüt kadar nadir Üstad Sarban, ünlü ama Afganistan gibi sesi iki dağ arasında öldürülmüş Ahmed Zahir, vilayet çaycısı olsa da, müstahdem olsa da valilerin bile boyun eğdiği Üstad Ruhullah, canını kurtaranın vatanını vatan belleyen Sovyet Hakberdi, bana cüceliğimi öğreten Vahap Mucir, sabırla Ali Şir Nevai’nin eserlerini günümüz Özbeklerine ulaştırmak için didinen ak sakallı bilge Hoca Abdullah Ruin, dünyanın en güzel gülen insan hakları savunucusu Halilullah Hikmeti, kayıp güzellik Nazenin Can. Ve tabi ki kuzeyin lordu Ata Muhammed Nur. Muhtemelen benim kahramanlarımın mezar taşları da adları gibi pek görünmeyecek.

Mektup size uzanan eldir

Ve mektup. Siz seviyorsunuz mektubu. Nereden geliyor bu sevgi ve itiyad?

Bir mektup gelir ve siz çöktüğünüz yerden kalkarsınız. Bir mektup aslında size uzanan eldir. Size verilen cevaptır. Sizi dikkate alan birilerinin var olduğunun ispatıdır. Bana güzel mektuplar geldi. Exupery’nin annesine yazdığı, Kafka’nın Milena’ya yazdığı, Atasoy Müftüoğlu’nun bana yazdığı mektupları okudum. Başkalarının mektuplarını okurken mahcup olsam da derin bir yalnızlığın nasıl karpuz gibi ortadan ikiye yarıldığını gördüm. Salinger’in sevgilisine yazdığı mektupları okudum. Hasan Aycın çizgilerinde bir dönem yoğunlukla mektuplar vardı. Mektup; roman, hikaye, mesel gibi değil. Tek bir kulak arar. Okuyan bilir ki o mektup kendisine yazılmıştır. Başka bir göz onun varlığını “görmüştür”. Görülmüştür. Yazıcı tarafından bilinmiştir. İdama gidenlerin mektuplarını okudum. Muhteşem bir ses. Hiç israf edilmiyor kelimeler. Ve muhatap, yazılanların kendisi için yazıldığını biliyor. Mektup yazmayı sevmekten öte mektup yazmanın bir görev olduğunu, insanlığımın altına vurduğum mühür olduğunu düşünüyorum. Belki de bu sebeple dijital ortamlarda bile yazarken düşüne taşına yazarım cevaplarımı.

Son olarak: Mektuplarınızın muhatabı kim?

“İnsanım ve insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” diyebilen her kim varsa muhatap odur. Afganistan dünya bedenindeki yaradır. Yaraya kayıtsız kalamayan, başkasının kanını önemseyen her kim varsa muhatap odur. En çok da savaşmadan (istediğiniz anlamıyla düşünebilirsiniz) ve aşık olmadan Müslüman olacağını zannedenlerdir.

 

Çok Okunanlar