Bedî’ ilminin söz güzelliklerinden biri de “müşâkele” (şekil benzerliği); diğer adıyla “tecanüs” (cins; lâfız benzerliği) olup Kur’an’da örnekleri çoktur. Bu yazımızda inşallah bu kavramı tanıtmaya ve bunun tezahür alanlarından biri olarak suç ve ceza beyninde tetabuk ilkesini Kur’an merkezli ele almaya çalışacağım:
“Müşâkele” (المشاكلة) lügat olarak “şekil” (الشكل) kökünün “mufâale” kalıbına aktarılmış formuyla “şekil benzerliği, aynı lâfız formunu paylaşma, andırma” manasına gelirken, belâgat terminolojisinde “Aynı söz ve sohbet ortamını paylaşması sebebiyle bir objenin başka bir objenin adıyla adlandırılması” demektir.
Böylesi bir belâgat ortamında müşâkeleye konu olan obje, bir önce geçen obje ile aynı lâfzı paylaşmakla birlikte, o objenin anlamından farklı olarak kendi hakiki anlamı dışında başka bir anlam taşır ki bu bir tür istiare sayılır.
Müşâkele yapılırken mutlaka bir nükte, bir anlam zenginliği kastedilir. İşte İki şiir örneği:
Antakî’nin şiiri:
قالوا اقترح شيئا نجد لك طبخه
قلت اطبخوا لى جبة و قميصا…
“Dediler: Bir şeyi ısrarla iste ki onu sana güzelce pişirelim.
Dedim: Bana bir palto ile bir gömlek pişirin!”
Şair uzak yerden geldiği için, onu konuk edenler, onun aç kalmış olabileceğini tahmin edip yemek teklifinde bulunmuşlardı. Şairin ise elbiseye ihtiyacı vardı. Şair bu acil ihtiyacını dile getirmek için müşâkeleye müracaat ederek, ilk mısrada geçen “pişirme”yi esas alıp, ikinci mısrada خيطوا لى (benim için dikin) diyecek yerde اطبخوا لى (benim için pişirin) deyivermişti. Yani yapacaksanız acilen bunu yapın, demektir. Böylece ilk mısradaki “pişirme” hakiki, ikinci mısradaki “pişirme” mecazi anlamda kullanılmıştır.
Amr b. Külsûm’un şiiri:
ألا لا يجهلن أحد علينا
فنجهل فوق جهل الجاهلينا
“Bana bakın! Zinhar birileri ahmaklık sergileyip, sakın bizi tanımıyormuş gibi davranmasın!
Aksi takdirde biz de bizi tanımayanların kat kat fevkinde tanımazlıktan geliriz ha!”
Şair bu hamaset beytinde müşâkele yaparak ilk mısrada geçen “tanımama”yı esas alıp ikinci mısrada فنجازى (karşılık veririz) ya da نغضب (gazaba geliriz) dememiş, bunun yerine aynı lâfzı kullanarak فنجهل (biz de onu tanımayız) demiştir ki, bu ifadeyle şair hiç müsamaha göstermeksizin karşı taraftan gelecek bir saldırıyı daha şiddetli bir şekilde cezalandıracakları tehdidinde bulunmuştur.
Müşâkele sanatına konu olacak pek çok ayet bulunduğunu yukarıda söylemiştim. Ben sadece konumuzla ilgili olan ayeti sunup bunun suç-ceza dengesine ışık tutan yönü üzerinde âcizane fikir imal etmeye çalışacağım:
وَجَزٰٓؤُ۬ا سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَاۚ …
“Bir kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür; bir kötülüğe ancak onun dengi bir kötülükle karşılık verilir…” (Şûrâ, 40).
Ayet müşâkele sanatı eşliğinde suç-ceza dengesine dair evrensel bir ilkeyi barındırmaktadır ki bunun da iki boyutu bulunmaktadır: caydırıcılık ve adalet…
Ayette müşâkele tarzı üzere birinci “seyyie” esas alınarak, bunun hemen ardından جزآء مثلها (ona denk bir ceza; bir karşılıktır) denmemiş, bunun yerine سيئة مثلها (onun dengi bir kötülüktür) buyrulmuştur. Böylece ayette ilk “seyyie” (kötülük) hakiki, ikinci “seyyie” ise mecazi manada kullanılmıştır. Bu mecazın, yani müşâkelenin iki farklı açılımından bahsedilebilir:
1. Cezanın caydırıcılığı: Ayette “ceza” yerine “kötülük” ifadesinin tercih edilmesi bütünüyle caydırıcılık amacına matuftur. Bu demektir ki, öyle bir ceza verilmeli ki, o suçu irtikâp eden suçlu bunu adeta bir “kötülük” gibi algılayacaktır. Yani “Bak bakalım nasılmış?” dercesine bir mesaj, bir ders verilmesi söz konusudur. İşte tam da bu noktada suç-ceza beyninde tetabuk ilkesi; yani suçla cezanın örtüşmesi prensibi devreye girer. Bunu iki avucumuzu buluşturarak resmedebiliriz; ne kadar suç, o kadar ceza…
Eğer suç küçük, ceza büyükse ceza işkenceye dönüşür. Şayet suç büyük, ceza küçükse bu sefer de caydırıcılık ilkesi ihlâl edilir ki, bu da suçu önlemek şöyle dursun, suça teşvik ve davetiye çıkarmaya dönüşür. Nitekim الجزآء من جنس العمل “Verilecek karşılık eylemin türüne göre takdir edilir.” hukuk prensibi de bu gerçeği ifade eder ve bunun kaynağı da yukarıda sunduğum ayettir.
2.Adalet İlkesi: Bu noktada hem suçun şahsiliği hem de karşı taraftan gelen menfi eyleme karşılık verilirken eşitlik ve hakkaniyet prensibine riayet söz konusudur. Karşılık esasına dayanan bu muamele iki şahıs arasında olabileceği gibi, iki ordu; hatta iki ülke arasında da olabilir. Burada yapılması gereken, sadece eylemi gerçekleştirenlerin hedef alınıp, eyleme bilfiil iştirak etmeyen masum kesimin cezalandırılmaması ve karşı tarafın reva gördüğünün aynısıyla mukabelede bulunulması gereğidir. Nitekim وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى “Hiçbir suçlu başkasının suç yükünü yüklenemez…” (Fâtır, 18) ve فَمَنِ اعْتَدٰى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدٰى عَلَيْكُمْۖ “Size kim saldırırsa siz de ona karşı, size saldırdığı kadarıyla saldırıya geçin…” (Bakara, 194) ayetleri de aynı gerçeği vurgular.
Baştan beri müşâkele sanatı eşliğinde arz etmeye çalıştığım husus, verilecek cezanın işlenen ve işlenecek suçu önleyici ve caydırıcı yönüne dikkat çekme çabasıdır. Bu ilkeye riayet eden ülkelerde hiç olmazsa işlenen hunharca cinayetlerde bir düşüş, bir azalma yaşanacağı kuvvetle muhtemelken, bu ilkeyi göz ardı eden ülkeler o tür suç ve cinayetlerden asla azade kalamayacağı gibi bunun hem dünyevi hem uhrevi vebali de olacaktır.