1. Anasayfa
  2. Düşünce

Medeniyet Dünyamızda Fedakârlık

Medeniyet Dünyamızda Fedakârlık
0

Bir kavramın künhüne vakıf olmak için dün ve bugün nasıl kullanıldığına, hangi anlam dünyalarına açıldığına, dünün ve bugünün insanına ne ifade ettiğine bakmakta yarar vardır. Bununla ancak bir kavramın bu toprakların medeniyet dünyasında ne anlama geldiğini keşfetmek, anlamak ve kavramak mümkün hale gelir.

Kur’an’da fidâ olarak geçen fedâ kavramı Arapça’da “mali imkanla veya başka bir şey karşılığında bir kişiyi içinde bulunduğu beladan ve zor durumdan kurtarmak” şeklinde anlaşılmıştır. Buradaki kurtarmak, daha çok düşmanın eline düşmüş bir yakınını veya kıymetli kişiyi ellerinden almak şeklinde anlaşılmıştır. Bu iş için büyük oranda mal ve mülk sarf etmek gerektiği gibi, bazen kişinin kendi canını ortaya koyması söz konusu olabilir. Bu anlamından hareketle “Allah yolunda, din ve vatan uğrunda kendisini kurban eden kişiye” fedâî denmiştir. Zamanla fedâî kavramının yanında hatta onun yerine geçecek şekilde Arapça-Farsça karışımı ve aynı anlamda fedakâr tabiri kullanılmaya başlanmıştır. Acaba bu değişikliğe gitmede Büyük Selçuklular zamanında Hasan Sabbah gibi Batınî/Haşhaşî zorbaların devlet adamlarının ve alimlerin hayatına kast eden gözü dönmüş suikastçılarına fedâî ismi vererek kelimeyi kirletmelerinin bir payı var mıdır?

Osmanlının anlam dünyasında fedâ kavramını Mehmet Zeki Pakalın Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nde şöyle açıklar: “Düşmandan alınan esirleri bir mal ile veya esir düşen İslamlarla mübadele etmek manasına gelir bir tabirdir.” Arapça nasıl anlaşıldığını da verir: “Bir şeyin uğruna değerli bir şeyi bezl ve terk etmek, bir şeyden vaz geçmektir.” Bu anlamlar yukarıdaki anlam ile örtüşmektedir. Kubbealtı Sözlük ise “Bir şey uğrunda değerli bir şeyden vazgeçme, uğruna verme” şeklinde açıklama getirmiş.

Peki fedakâr nasıl tanımlamış? Bu kavrama Muallim Naci Lugat-ı Nâcî’de “kendini esirgemeyen adam” karşılığını verirken M. Şemseddin Kamûs-i Türkî’de “Bir umumi menfaat, din ve devlet uğrunda hususi menfaatlerini fedâ eden, hamiyetli ve cömert kişi” diyen tanımlar. Mehmet Zeki Pakalın da benzer bir açıklama getirmiştir: “Cemiyete ait büyük bir menfaat uğrunda ve bunun husulünü temin maksadıyla hayatını esirgemeyen manasına gelir. Daha eskiden bunun yerine ‘serden geçti’ kullanılırdı.” Kubbealtı sözlük “Kendine âit şeyleri başka bir şey veya bir kimse uğruna vermekten, harcamaktan çekinmeyen, karşıdakinin menfaatini kendi menfaatinden üstün tutup ona göre davranan kimse” diye açıklamış. Abdullah Yeğin Yeni Lugat’de bu kavrama şu anlamı verir: “Her türlü zahmetlere göğüs gererek davası uğruna sebat eden.” Bu son anlam koca bir devlet-i âlinin kaybedildiği sömürge dönemi ruh halini yansıtmaktadır sanki. Biraz da cemaat ruhunu.

Bugüne gelelim. Fedâ hakkında ne diyor sözlüklerimiz? TDK Sözlüğü “Bir amaç uğrunda bir değer veya varlıktan vazgeçme.” karşılığını veriyor. D. Mehmet Doğan ise Büyük Türkçe Sözlük’te bütün anlamları toplamış: “Elde edilmek istenen bir şey için başka bir şeyden vaz geçme. Allah yolunda canını fedâ etme. Bir kimseyi esaret veya hapisten kurtarmak için verilen bedel.” Bedelin adı fidye. Fidye, “ibadetlerin noksanlarını gidermek için fakire verilen şey.” İslam Ansiklopedisi ise fidye için “esaretten kurtulmak için veya yerine getirilmeyen yahut kusurlu olarak eda edilen bazı ibadetlerin telâfisi amacıyla ödenen bedel” tanımı getirmiş.

Peki buna göre fedakâr ne demek? TDK Sözlük demiş ki: “Kendini, kendi çıkarlarını fedâ etmekten çekinmeyen, özverili.” Mehmet Doğan ise “Şahsi menfaatlerini bir yana atabilen, kudsî değerleri için şahsi menfaatlerini hiçe sayabilen” demiş. Özverili kelimesi artık sıkça kullanılıyor ama tam da fedakârın anlamını hissettiremiyor.

Demek ki dünden bugüne en azından sözlüklerde fedâ ve fedakârlık adına değişen bir şey yok. Dün, kıymet verdiği birini kurtarmak uğruna canını ve malını ortaya koymak şeklinde anlaşılan fedakârlık, bu toprakların medeniyet dünyasında Allah yolunda, din ve vatan uğrunda yani mukaddes sayılan her ne var ise onlar için bütün menfaatlerini bir tarafa koyarak ve hatta kendini ortaya atarak ve davasında sebat göstererek mücadele ve mücahede etmektir.

İnsanın kendi menfaatini terk etmesi veya kendi canını ortaya koyması ne kadar mümkündür? Çünkü insanoğlu zihin yapısı olarak adeta kendi menfaatini koruyup kollamak, hayatını sürdürmek ve canını tehlikeye atmamak üzerine kurulmuştur. Böylesi bir varlığın bütün bunlardan vaz geçmesini beklemek abesle iştigal değilse, biraz safdillik olmaz mı?

Bu soruya ancak kendi medeniyet dünyamızda cevap bulabiliriz. Daha üst bir menfaat elde etme veya daha iyi bir konuma gelme durumu söz konusuysa, eldekinden vaz geçmek yani fedakârlıkta bulunmak mümkün ve muhtemel hale gelir. Hz. Peygamber’in şahsında bütün müslümanları teselli ve teşvik için indirilen şu ayet tam da bu anlamı vermektedir: “Yarın senin için bugünden daha hayırlıdır.” (Duhâ 93/4) Ayetin başka bir anlamı ise şudur: “Ahiret senin için bu dünyadan daha hayırlıdır”. Böyle bir vaat alan kimse artık bugün elinde bulunan dünyalık her şeyden fedakârlık etmek istemez mi?

Mümince bir kalbe sahip olan için bu hem çok kolay hem de rağbet edilecek bir şeydir. Mümin değilse veya imanın kemal noktasını yakalayamamışsa ondan fedakârlık etmesi beklenmez. Ancak şu unutulmamalıdır ki, Kur’an’da bu dünyada malını ve mülkünü fedâ edemeyenlerin öte dünyada nesi varsa fedâ etmek isteyeceklerini hatta elinden gelse bütün bir kâinatı feda etmekten kaçınmayacaklarını şöyle bildirir: “Günahkâr kişi, o günün azabı karşısında ister ki çocuklarını, eşini, kardeşini, kendisini koruyup barındıran bütün ailesini ve yeryüzünde kim varsa herkesi fedâ etsin de tek kendisini kurtarsın!” Ama böyle bir şey olmayacak ve adalet tecelli edecek herkes hak ettiği cezasını bulacak (Meâric 70/11-18).

Bu mücrimler kimlerdir?  Dünyanın zevk ve debdebesinden ödün vermeyen münkirler, güç zehirlemesine uğramış zalimler, kafalarınca bir dünya tasarlayan inançsızlar ile daha alt mertebede üç kuruşunu zekât, sadaka ve kurbana harcayamayan yanlış hesapçılar, küçük bir zamanını namaz için fedâ edemeyen gafiller, mide ve şehvet konforunu oruç için bir aylığına fedâ edemeyen bedbahtlardır. İşte bunların gelecekteki hallerini anlatıyor yukarıdaki ayet.

Demek ki fedakârlık, yerinde ve zamanında yapıldığında ve ele geçen fırsat değerlendirildiğinde bir kıymet ifade ediyor. Aksi takdirde yapılan bütün işler boşa gider ve sonuç hüsran olur. O yüzden dünya hayatı çok önemlidir ve eldeki tek fırsattır. Ölümle birlikte sınav bitmiş, değerlendirme başlamıştır. Berzah geçildi mi, geriye dönüş de yoktur.

Bu fırsatı değerlendirmeleri için Yüce Allah mümin kullarına “Ey iman edenler! Acıklı bir azaptan kurtaracak bir alışverişi size haber vereyim mi?” diye soruyor ve sonra cevabını da şöyle veriyor: Yapmanız gereken, Allah’a ve Resulüne inanmanız, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihat etmenizdir. Bilesiniz ki bu sizin için çok hayırlıdır.” (Saff 61/10-11) Cihadın dine, vatana ve millete musallat olan düşmanla savaşma anlamının yanında, kendi nefsini ve müminlerin halini iyileştirme faaliyeti yürütmek, malıyla ve canıyla hayır yolunda bulunmak, hayırlı işlerde çalışmak gibi son derece geniş anlamı vardır.

Sözün özü: Eğer öte dünyada rahmete nail olmak dilersen Allah’a inan ve Rahmet Peygamberinin öğrettiklerine tabi ol. İlahi yardıma kavuşmak istersen namaz kıl, oruç tut, zekatını ver ve haccına git. Öldükten sonra sevap hanenin kapanmasını istemezsen ya ilim öğret ya ilim ehline yardım et ya insanların istifade edeceği bir iş yap ya da iyi bir evlat yetiştir ki, bunlar senin arkandan hayır dua etsinler. Yani arkanı sağlama al. Bilesin ki yarın ilahî huzura çıktığında yanında sadece amellerin bulunacaktır. Zaten Yüce Allah insanları bu dünyada yapıp ettiklerinden veya yapma imkânı olduğu halde yapmadıklarından hesaba çekecektir. Vesselâm…

11 Safer 1447 / 5 Ağustos 2025

1964 yılında Sivas merkez Kartalca köyünde dünyaya geldi. Kayseri İmam-Hatip Lisesini 1984, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini 1989 yılında bitirdi. Aynı Üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsünde 1991’de yüksek lisansını, 1997’de doktorasını tamamladı. 1992-1993 yıllarında alanı ile ilgili araştırma yapmak için 8 ay Şam’da bulundu. Türkmenistan Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde 1999-2000 öğretim yılında ders verdi. 1999’da Yardımcı Doçent, 2004’te Doçent ve 2010 yılında Profesör unvanını aldı. 2012-2015 yılları arasında Abant İzzet Baysal Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı olarak görev yaptı. 2015 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliğine atandı. Hâlen bu görevini ve Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalında öğretim üyeliği görevini birlikte yürütmektedir. Çalışmalarını İslam düşüncesinde Allah ve âlem tasavvuru, kelam atomculuğu, kelam-tasavvuf-felsefe ilişkisi, kelam okullarının oluşum ve gelişim süreçleri konularından sürdürmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir