Bizimle İletişime Geçin

Tarih

Feth-i Mübîn ve Fetih Rûhu

EKLENDİ

:

 

Yüce Allah, yaratılmışlar içerisinde en şerefli varlık olan insana pek çok sorumluluk yüklemiştir. Bunların belki de en önemlisi yeryüzünde fitneyi, fesâdı, kötülüğü ortadan kaldırıp, iyiliği tesis etme çalışmalarıdır. Cenâb-ı Hak bu hususa o kadar önem vermiştir ki, Müslümanları bu konuda çok çalışmaları ve her türlü imkânı kullanarak mücadele etmeleri konusunda uyarmıştır.

“Fitne ortadan kalkıncaya ve dinin tamamı Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse kuşkusuz Allah yaptıklarını görmektedir.”

Bu ve benzeri ayetlerden ilhâm alan Mü’minler çalışmalarına daha peygamberimiz hayatta iken başlamışlar, Bedir, Uhut, Hendek savaşlarının hemen akabinde Mekke’yi fethetmişlerdir.

İslam inancında fetih fuzûli bir hakimiyet, kuru bir cihangirlik davası değildir. Rasûlüllah Efendimizin ilk defa Mûte Savaşında komutanlarına vermiş olduğu emir ve bizatihi kendisinin Mekke’nin fethi esnasında takınmış olduğu tavır bu hususta çok önemlidir.

Peygamber Efendimiz (SAV) Mûte Gazvesinde komutanlarına, çocuklara, kadınlara, yaşlılara, manastırlara çekilmiş insanlara dokunulmamasını, hurmalıklara zarar verilmemesini, ağaçların kesilmemesini, binaların yıkılmamasını tembih ettiğinde tarihler 629’u gösteriyordu. (Bu tarih batılıların insan hakları evrensel beyannamesini yayımladıkları tarihten tam 1319 sene öncesidir.) Hemen bir yıl sonrasında kendisinin âdeta kovulurcasına çıkartılmış olduğu Mekke’yi fethettiğinde ortaya koyduğu tavır savaşta dahi insan haklarının nasıl korunacağına dair önemli bir göstergedir.

Peygamberimiz kendisine hasmâne tutumlar sergileyen, çeşitli eziyetler yapan, aç bırakan, Müslümanlara yıllarca ambargo uygulayan Mekke’nin yerlilerine şiddetli bir tavır sergileyebilirdi. Peygamber Efendimiz, “Kâbe’yi tavaf ettikten sonra yaptığı konuşmada Mekke’nin harem olduğunu ve bu statüsünün devam edeceğini vurguladı; Mekkelilere eman verildiğini ve umumi af ilân edildiğini belirtti. Mescid-i Harâm’a, daha önce belirtilen kişilerin evlerine ve kendi evine sığınanlarla silahlarını bırakanların emniyette olduğunu, esir alınanların öldürülmeyeceğini ve hiç kimsenin tâkîbâta uğramayacağını bildirdi.”

Müslümanların gönüllere hitap eden bu aşkın davranışları sayesinde, ahir zaman Nebisi’nin vefatından henüz yüz sene sonra İslam orduları batıda Cebel-i Târık boğazını geçerek Fransa hudutlarına kadar ulaşmış, doğuda Hindistan sınırlarını aşmıştır.

Dünya ile bağlantısı sınırlı olan bir beldeden ortaya çıkan mütevâzi bir hareketin bu kadar kısa süre içerisinde sınırları aşması, beldelere ulaşması fethedilen yerlerin önemi bir yana Müslümanların insanlara göstermiş oldukları tevâzu, adâlet, dürüstlük ve hoşgörünün bir neticesidir.

Fetih aslında insanoğlunun doğuştan hakkı olan ve fakat elinden alınan müstesna hayat standardına ulaşması demektir. Fetih peygamberimizin Müslümanlara motivasyon yüklercesine, “İstanbul elbette fetholunacaktır, onu fetheden komutan ne güzeldir, askeri de ne güzel askerdir” ifadesinde yerini bulan, bu kutlu müjdeye nâil olan ve dünyanın seyrini değiştirecek olan fedâilerin ortaya çıkmasıdır.

Fetih, aşılamaz, yıkılamaz denen kalelerin, kralların ve krallıkların kavi ve sarsılmaz bir îmâna karşı mağlup olup tarihin karanlıklarına mahkum edilmesidir.

Bu sarsılmaz îmânın ve motivasyonun bir neticesi olarak Ebâ Eyyûb el Ensârî Peygamber Efendimizle girmiş olduğu pek çok savaşta şehit olma arzusu duymuş nihayet bu duası doksanlı yaşlarda Medine’den kilometrelerce uzaklarda Konstantıniyye’de hem de İstanbul’un manevi fâtihi payesi ile tezahür etmiştir.

Konstantıniyye’yi fethetmek ve Peygamberimizin o mânevi müjdesine nail olmak Müslüman liderler arasında o kadar çok meşhur olmuştur ki bu adeta bir cihad yarışına dönüşmüştür. Bu tarihî şehir Osmanlıya kadar defalarca kuşatılmıştır. Osmanlı henüz daha küçücük bir beylik iken bir ara beyliğe başkanlık eden Hayme Ana ki o “Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Gazi’nin ninesi, Sungur Tekin, Gündoğdu Bey, Ertuğrul Gazi ve Dündar Bey’in annesidir.”

Rivayete göre Hayme Ana, Domaniç Yaylasında toyu toplar ve evlatlarını beyliğin geleceğine dair düşünceleri hususunda bir nevi mülakata tabi tutar. Ertuğrul Bey hariç diğerleri beyliği geldikleri ana yurtlarına geri götüreceklerinden bahsederler. Fakat Ertuğrul Bey farklı bir şey söylemektedir. O Söğütte kalacağını ve hatta imkan bulduğu her fırsatta batıya doğru gideceğini ifade etmektedir.

Bu düşünceleri orada bulunanların çoğu tarafından eleştiri konusu olur. Sen derler, batıya gideceğim diyorsun yani insanları Bizans’ın tekfurlarına yem edeceksin. Sen küçük bir boy iken tekfurların entrikaları ile nasıl mücadele edeceksin? Bu seninki hem çok tehlikeli hem de vahim sonuçları olacak bir niyettir.

Fakat Ertuğrul Gazi’nin içinde fırtınalar esmektedir. Duygularını, hayallerini oradakiler bir bilse elbette böyle düşünmeyeceklerdir. Aslında Ertuğrul Bey o kadar da yalnız değildir. En azından Hayme Ana gibi iradesi kuvvetli ve uzağı gören bir anaya sahiptir.

O beyliği ona teslim ederken Anadolu irfanının verdiği bilgeliğin sonucu olarak âdetâ asırlarca ileriyi görmüştür ve büyük bir medeniyetin sağlam temellerini atıyor gibidir.

Şöyle söyler evladına:

“ …Oğul, boyundan, soyundan olsun olmasın insanlara âdil davran. Adâletten ayrılma ki insanların birlik ve dirlik kazansın. Yurdunda, obanda herkes gezsin. Ululuk isteyen töreden ayrılmasın. Bu dünya bir oturma yeri değildir. Yapacağın iyi ve doğru işlerle insanların hizmetinde bulunursan güzel övünçler senin olur. Yüreğinden inancı, ağzından duayı, davranışından erdemi hiç eksik etme. Bir de sabırlı ol oğul, ekşi koruk sabırla tatlı üzüm olur.

Oğul, beylik dermekle, ağalık vermek iledir. Sofranı ve keseni yoksullara açık tut.”

Yönünü batı tarafına, gözünü Konstantıniyye’ye diken Ertuğrul Gâzi’yi ve onun evlatlarını artık kim tutabilirdi ki… İnsanı ihyâ etmek, arzı inşâ etmek niyetiyle yola çıkan bu bir avuç Müslümanın en büyük gücü gönüllerindeki iman nuru idi. Sayıları az olsa da, onlar “Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır.” şuuruyla hareket ediyorlar, insanlara iyilikle, muhabbetle, adaletle yaklaşıyorlar ve böylece her uğradıkları yerde el üstünde tutuluyorlardı.

Kuruluşundan itibaren Osmanlı’da Sultan 1. Murad’a gelene kadar Konstantıniyye defalarca kuşatılmış fakat her seferinde farklı sebeplerle fetih müyesser olmamıştır. Rivayet o ki, I. Murat, devrinin manevi mimarı Hacı Bayrâm-ı Velî’ye, “hocam ne dersin, fetih bize müyesser olacak mı?” diye bir soru sorar. Hazreti Veli, galiba der, fetih şu beşikte yatan çocuk ile bizim Köse’ye nasip olacaktır.” Bizim Köse dediği de talebesi Akşemseddin Hazretleridir. O ki ilerde fethin manevi mimarı, Fâtih’in hem hocası hem de en büyük destekçisi olacaktır.

Padişah I. Murat belki de hocasının bu tahmini sebebiyle evladı II. Mehmet’e devrin en iyi hocalarından ders aldırmış ve onu çok iyi yetiştirmeye gayret göstermiştir. Yedi dil bilmesi, Rumeli Hisarı’nı yaptırması, Edirne’de şâhi toplarını Macar Urban Usta’ya bizzat kendisi döktürmesi, gemileri karadan yürütecek konsepti planlaması ve benzeri daha pek çok husus onun ne kadar iyi yetiştirilmiş olduğunun göstergeleridir.

II. Mehmet, devrinin ileri gelen pek çok bilim insanı ile irtibat kurmuş, istişareler yapmış ve fethin gerçekleşmesi için her alanda tedbir almıştır. Bir istişare esnasında Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın Bizans’ı fethetmenin mümkün olmadığına dair konuşması üzerine hiddetlenerek “ya ben İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni” diyerek tarihî bir irade beyanı ortaya koymuştur.

Bizanslıların Haliç’in ağzını zincirlerle kapatmaları üzerine bir gece Kasımpaşa sırtlarından gemileri karadan yürütmesi ve ertesi günü gemilerin Haliç’in içine girdiğinin görülmesi Fâtih’teki fetih iradesinin en büyük tezâhürüdür. Bu olağan dışı icraat aynı zamanda Konstantıniyye’de oluşturduğu psikolojik hava yönüyle de çok manidardır. Bizans’ın halkı bir yana yöneticileri dahi Osmanlı gemilerini Haliç’te görünce adeta yıkılmışlardır.

Halk arasında “kardinal kavuğu görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi yeğleriz” şeklinde yaygınlaşan söylenti yayılması ise aslında fethin habercisi gibidir.

Bir ay süren kuşatma ve mücadele neticesinde nihayet fetih müyesser olmuş ve Osmanlı Konstantıniyye’ye girmiş, şehri de İstanbul yapmıştır. İstanbul’un alınmasında kullanılan fetih ifadesi şehrin Türklerin eline geçmesinden sonraki süreçle ilgili olsa gerektir. Zira tıpkı Mekke’nin alınmasında Peygamber Efendimizin yaptığı gibi Fâtih de halka eman vermiş, hiç kimsenin dini sebebiyle dışlanmayacağını ifade etmiş, kutsal yerlerin gene kutsal sayılacağını bildirmiştir. Ancak fethin bir nişanesi olarak Ayasofya’yı cami yapmış, bu camiyi de vakfiyelerle desteklemiş, caminin etrafını bir ilim merkezine çevirerek fethi tahkim etmeyi düşünmüştür.

İstanbul’a dünyanın muhtelif bölgelerindeki ilim adamlarını davet etmiş, onlara önemli miktarda maaş bağlamış ve ilmi sahada araştırmalar yapmaları için teşvik etmiştir. Bu çalışmalarıyla da Fâtih, fethin hususiyetle ilmî alanda yapılacak çalışmalarla kalıcı olabileceğini göstermek istemiştir.

Sultan Fâtih, Bizans’ın mahkumlarını da affetmiştir. Bunlardan ikisinin hikayesi enteresandır, rivayete göre o mahkumların içeri atılma sebepleri krala hatalarını söylemesidir. Sultan Fâtih bu adamalardan kendi yönetimi hakkında da yorum yapmalarını istemiş ancak o kişiler yorum için biraz süre istemişler. Çarşı, pazar dolaşmışlar halkı gözlemlemişler ve insanlardaki, vefâ, fedâkârlık, diğerkamlık ve adalet hasletlerini bizatihi görmüşler ve huzura çıkıp şu ifadeleri kullanmışlardır: “Sultanım müsterih olunuz, tebânızdaki bu güzel hasletler olduğu sürece devletinizin yıkılması mümkün değildir.”

İstanbul’un yeni padişahı, aslında asırlar öncesinde dedesi Ertuğrul Gâzi’nin “oğul insanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturunu hayata geçirmiş oluyordu. İstanbul, bundan sonra ilelebet bir huzur ve sükun şehri olacaktır.

Fâtih Sultan Mehmet’in Ayasofya Vakfiyesi de çok önemlidir. Her ne kadar ismi Ayasofya Vakfiyesi olsa da, vakfiyede Fâtih’in yaptırmış olduğu pek çok esere dair ifadeler mevcuttur. 68 m. uzunluğunda, 35 cm. genişliğinde olan ve günümüze kadar dikkatle korunan bu vakfiye vakıf mallarına karşı nasıl hassas olunmasının gerektiğine dair önemli bir göstergedir.

Peygamberimizin Mekke’nin fethinde şehir halkına yaklaşımı insan hakları anlamında çok değerlidir. Müslümanlar O’nun (sav) uygulamalarını bir vasiyet telakki etmişler ve gittikleri her yerde bunu tatbik etmişlerdir.

Müslümanların fetih hareketlerinin daha iyi anlaşılabilmesi için kadim ve modern zamanlarda ortaya çıkan haçlı seferlerinin şehirlerde ve insanlar üzerinde yapmış olduğu tahribata bakmak yeterli olacaktır.

Batılıların kulaklarını hakikatlere tıkayarak meşru ya da gayri meşru enstrümanları kullanarak türlü yalanlarla dünya halklarını kandırma gayretleri, Müslümanların fetih anlayışı karşısında asla duramayacak ve “Allah mutlaka nurunu tamamlayacaktır.”

O da Müslümanların fetih ruhuna yeniden dönmeleri ile mümkün olacaktır.


[1] Enfal Suresi 39.ayet

[1] https://islamansiklopedisi.org.tr/mekke

[1] Vikipedi

[1] https://www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/devlet-ana-kurulusun-besiginde-dualarla-yad-edilecek/1569647

[1] Bakara Suresi 249.ayet

[1] Saff Suresi 8.ayet

 

 

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar