İslam dininde Hz. Allah’tan sonra ikinci varlık Hz. Peygamber, üçüncüsü de Hz. Kur’an’dır. Okumak ve çağırmak anlamına gelen Kur’an’ı, son peygamber, insanlara aktarmış, anlatmış ve oradaki ilâhî ilkeleri bizzat yaşayarak ümmetine örnek olmuştur.
Hz. Peygamber efendimizin söz ve davranışlarını -kendilerinin âlem-i cemâle intikalinden sonra- farklı tasniflerle bir araya getiren hadis kitapları bir tarafa, zaman içinde İslâm coğrafyasında onunla ilgili farklı harf ve dillerde pek çok kitap türü, kültür tarihimize ve kütüphanelerimize intikal etmiştir, bugün de etmektedir. Âlemlere / insanlara rahmet olarak gönderilen bir Peygamber’i tanımak ve ona gönülden tabi olmak, Allah sevgisinin ön şartı olduğunu Kur’an bize bildirmektedir. (Bk. Ali İmran, 3/ 31) Yani medeniyetimizin ilim irfan ve sanat hayatı ile Peygamber efendimiz arasında çok güçlü bir bağ vardır.
Şimdi kültür tarihimizde doğrudan onunla ilgili olarak kaleme alınan kitap türlerinden birkaç tanesini zikredeceğiz. Şu hususu da hemen ilave edelim. Konumuzla ilgili şiir ve kitapların yazımı günümüzde de devam etmektedir.
Siyer: Hz. Peygamber’in hayatını anlatan kitaplar. Arapça, Farsça pek çok eserin yanında ilk Türkçe Siyer-i Nebi Erzurumlu Mustafa Darir tarafından 1388 tarihinde Mısır’da yazılmış ve Memluk Sultanı Berkuk’a takdim edilmiştir.[1] Umur Bey’in 1449 tarihinde Bursa’da kurduğu kütüphanede bulunan Türkçe kitaplardan biri de budur. Vesiletü’n-necat ’tan 30 sene önce kaleme alınan bu eser Süleyman Çelebi’yi yönlendiren eserlerin başında yer alır. Bu tip etkilenmeleri tabii karşılamak gerekir. Birbirine çok benzeyen birkaç beyit örnek verilebilir. Birinci beyt Darir’in ikincisi Çelebi’nin:
Evimden göklere bir nur çıktı
Cihan ol nurıla mestur oldı
Didi bir nur çıkdı evden nâgehan
Âşikâra oldi cümle ins u cân
*
Susadum su diledim içmeğe ben
Elime sundılar kıf şerbet ile
Susadım su diledim içmekliğe
Virdiler bir şişe dolu şerbeti
*
Ulu peygamber oldur Hak resûli
Anı her kim göremez gözi kördür
Şeksüz ol bir musavver nur idi
Anı görmez kim şular ki kör idi
Günümüz İmam Hatip Liselerinde okutulan derslerden birinin adı Siyer’dir.
Na’t: Ahmed Yesevî ile başlayan ve Hz. Peygamber’i şiirle tasvir eden eserler. Bütün divanlar Hz. Allah’ı anarak yani tevhid ve münacaat ile başlar, sonra Hz. Peygamber’i överek yani na’t ile devam eder. Şair Nâzım, Salahaddin Uşşâkî gibi bir değil, beş değil yüzlerce na’t yazan şairlerimiz de vardır.
Mehmet Akif’in bir Mevlid kandilinde 28 Ağustos 1928 tarihinde Mısır’da kaleme aldığı “Bir Gece” isimli şiire Na’t gözüyle bakılabilir. İlk ve son beyti şöyledir:
Ondört asır evvel yine bir böyle geceydi
Kumdan ayın ondördü bir öksüz çıkıverdi
*
Medyundur o ma’suma bütün bir beşeriyet
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret!
Cumhuriyet döneminde yazdığı na’t ile meşhur olan şairimiz ise Arif Nihat Asya’dır:
Seccaden kumlardı
Devirlerden diyarlardan
Gelip göklerde buluşan ezanların vardı
Mescid mümin minber mümin
Taşardı kubbelerden tekbir
Dolardı kubbelere âmin.
*
Na’tini Galib yazsın Mevlid’ini Süleymanlar
Kemerleri kubbeleriyle geri gelsin Sinan’lar
*
Konsun yine pervazlara güvercinler
Hû Hû lara karışsın âminler
Mübarek akşamdır
Gelin ey Fatiha’lar Yasin’ler
Sonra Sezai Karakoç’un sonra İsmet Özel’in şiiri. Doksanlı yıllarda Türkiye Diyanet Vakfı’nın açtığı Na’t yazma yarışmada birinci olan Nurullah Genç’in Yağmur isimli şiiri de meşhur oldu. Son mısraları şöyle:
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım,
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım,
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım,
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım,
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım,
Bahira’dan süzülen bir yaş da ben olsaydım,
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım,
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım,
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım,
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım,
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım,
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın,
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım…
Hilye: Hz. Resulullah’ın dış görünüşünü/beden yapısını tasvir eden eserlerdir. Hz. Ali’nin rivayet ettiği hadis bu tür kitapların en önemli kaynağıdır. Osmanlı döneminde en büyük temsilcisi Hakânî olup 713 beyitlik eserini 1598 de kaleme almıştır. Büyük Hattat Hafız Osman’ın tezhib ve hatlarıyla güzel sanatların ihtişamı, Hz. Peygamber aşkı bir araya gelmiş dolayısıyla konu görsel bir boyut kazanmıştır. Hakânî’nin ilk üç beyti ile son üç beyti şöyle:
Besmeleyle edelim feth-i kelâm
Fethola tâ bu muamma-yı benâm
Gösterir âyinesi besmelenin
Vech-i pâkini o vech-i hasenin
Bilmeyen şevket-i bismillahı
Anlamaz sırrı kelâmullahı
*
Vasfının olmayıcak pâyânı
Özre hâcet mi kalır Hakânî
Bu Ceridemde hata olsa eğer
Kalem-i afv u atalar çekeler
Olmadan binyedi tarihi tamam
Bu risalemde tamam oldu kelâm
Cumhuriyet döneminde yazılan Hilyelerden biri de İlk Meclis’in Bursa mebusu, ilk Şer’iyye ve Evkaf bakanı Mustafa Fehmi Efendi’ye (ö. 1950) aittir: Hilye-i Fahr-i Âlem (İstanbul 1944) Onun da son mısraları şöyle:
Yâ Rab bize emn-i bîgüman ver
Âhir ömrümüzde taze can ver
Var hayli günahımız muhakkak
Affeyleyecek te sensin ancak
Affet bizi tevbemiz kabul et
Dergâhına kâbil-i vusul et
Âvâreleriz siyânet eyle
Biçâreleriz inâyet eyle
Hayreddin Karaman, Hakânî’nin Hilye ’sini 2008 de nazmen Türkçe ’ye aktardığı gibi kendisi de Hilye yazmıştır. İlk mısralar şöyle:
Ne uzun ne kısa kararında boy
Soyu İbrahim’den ne asil bir soy
Saçları hoş, siyah dalgalı bir koy
Kemalini giydir beni benden soy
Varlığın maşuku cemalin göster
Bu kul varlığından soyunmak ister [2]
Kısas-ı Enbiya: Diğer peygamberlerle birlikte Son Peygamber’i de anlatan ve daha çok nesir olarak kaleme alınan kitaplara verilen isimdir. Türkistanlı Rabguzî’nin 1310 tarihinde Kaşgar Türkçesiyle kaleme aldığı Kısasu’l Enbiyası Türk dilinde ilk örnektir.[3] Osmanlı Medeniyetinin mühim şahsiyetlerinden biri olan Ahmet Cevdet Paşa bu sahanın da yıldız şahsiyetlerinden biridir. Ahmet Hamdi Tanpınar Kısas-ı Enbiya’nın üslubuna hayrandır. Kısas-ı Enbiya ‘nın tam neşri kızı Fatma Aliye Hanım tarafından 1915 yılında yapılmıştır.[4] 1300 tarihinde basılan 1047 sayfalık kitabın sadece 65 sayfası diğer peygamberlere ayrılmıştır.
Hz. Peygamber’in doğumundan bahseden Mevlid-i Muhammedî bölümünün ilk satırları şöyle: “Fil yılında ve şuhûr-ı rûmiyyeden nisan içinde Rebiyülevvel ayının on ikinci gecesi (pazartesi) sabaha doğru henüz tan yeri ağardığı vakit alem bir başka alem oldu. Yani hatemü’l-enbiya Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellem hazretleri doğdu ve gün doğmadan alem nur ile doldu. Abdullah’tan Amine’nin alnına geçmiş olan nûr-ı melâhet onun alnına geçti. Devr-i Âdem’den beri evlattan evlada intikal edegelen nûr-i hâtemiyyet şimdi sahibini buldu ve artık onda karar kıldı. Ferdası pazartesi günü sabahleyin hep putlur yüzü üstüne düşmüş bulundu. Görenler hayrette kaldı.” (s.80-81)
Hz. Peygamber’in vefat sahnelerinden bahsettikten sonra farklı bir edebî üslupla şöyle devam ediyor: “İşte dünyanın hali budur, kişi ne kadar yaşasa encamı fenadır, bakî ancak Huda’dır. Bu konağa her gelip giden çok, amma dönüp gelen yok. Vefasız dünya kimseye kalmaz, dünya varlığı kimseye mal olmaz. İnsan dünyaya gelir genç olur, ihtiyar olur, şöyle olur böyle olur, nihayet ölür. Ölenler sanki dünyaya gelmemiş gibi olur fakat hayır işleyenlerin güzel namı kalır. İyilik edenler ecr u mükâfatın görür, kötülük edenler dahi cezasın bulur. Bunlara bakıp ibret almalı, gaflet uykusundan uyanıp agâh olmalı” (s.502-503)
Miraciyye: İsminden de anlaşılacağı gibi Hz. Peygamber’in yaşadığı en derin ve derunî hali tasvir etmek için kaleme alınan eserlerdir. Nayî Osman Dede’nin yaklaşık üç asır önce yazıp bestelediği Miraciyye, Miraç Kandilleri’nde dergâhlarda büyük bir coşkuyla okunmuştur. Bursalı Safiye Hanım’ın 1888 tarihinde düzenlediği vakfiye gereği olarak her kandilde Bursa/Mahkeme camiinde okunmaktadır.[5] Yıllar sonra 2021 yılında Miraç Kandili’nde cumhur ilâhîler eşliğinde Ayasofya camiinde tekrar okunmuştur. İlk üç beytiyle son üç beyti şöyledir:
Evvel Allah adını yâd eyleriz
Dil dil olmuş kalbi dilşâd eyleriz
Zikr-i Hak’la nutku inşâd eyleriz
Her harab âbadı âbâd eyleriz
Hazret-i Ahmed sıfatın söyleriz
Mustafa’nın mucizâtın söyleriz
*
Ey kemâl ü kudret issi Padişah
Sen kabul eyle düamız yâ İlâh
Fâtihayla bed olundu bu kelâm
Fatihayla hatm olunsun vesselâm
Ahmed u Ashab u cümle müminin
Rahmetullahi aleyhim ecmain
Kaside: Onu anlatan; özelliklerinden, yakın dostlarından ve hayatındaki bazı olaylardan bahseden manzumelere verilen isimdir. Türk edebiyatındaki en meşhur örneği Kerbelalı Fuzûlî’nin dillere destan Su Kasidesi’dir. Adem Ceylan’ın yaptığı şerh yayınlanmıştır.
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
(Ey göz! Gönlümdeki (içimdeki) ateşlere göz yaşımdan
su saçma ki, bu kadar (çok) tutuşan ateşlere su fayda
vermez.)
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su
(Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa
gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök
kubbeyi kaplamıştır, bilemem…)
Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su
(Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden
benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim
akarsu da zamanla duvarda, yarlarda yarıklar meydana
getirir.)
Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin
İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su
(Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim
yaralı gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen
kirpiklerinin sözünü korka korka söyler.)
Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su
(Bahçıvan gül bahçesini sele versin (su ile
mahvetsin), boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine
su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz.)
Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna
Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su
(Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, kalem gibi,
gözlerine kara su inse (kör olsa, kör oluncaya kadar
uğraşsa yine de) gubârî (yazı) sını, senin yüzündeki
tüylere benzetemez.)
Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola
Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su
(Senin yanağının anılması sebebiyle kirpiklerim
ıslansa ne olur, buna şaşılır mı? Zira gül elde etmek
dileği ile dikene verilen su boşa gitmez.)
Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ
Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su
(Gamlı günümde hasta gönlümden kılıç gibi keskin olan
bakışını esirgeme; zira karanlık gecede hastaya su
vermek hayırlı bir iştir.)
İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it
Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su
(Gönül! Onun ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste
ve onun ayrılığında duyduğum hararetimi yatıştır,
söndür. Susuzum bu defa da benim için su ara.)
Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su
(Nasıl sarhoşa şarap içmek, aklı başında olana da su
içmek hoş geliyorsa, ben senin dudağını özlüyorum,
sofular da kevser istiyorlar.)
Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su
(Su, her zaman senin Cennet misâli mahallenin
bahçesine doğru akar. Galiba o hoş yürüyüşlü, hoş
salınışlı; serviyi andıran sevgiliye âşık olmuş.)
Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek
Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su
(Topraktan bir set olup su yolunu o mahalleden
kesmeliyim, çünkü su benim rakibimdir, onu o yere
bırakamam.)
Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su
(Dostlarım! Şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem,
öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla
sevgiliye su sunun.)
Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger
Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su
(Servi kumrunun yalvarmasından dolayı dikbaşlılık
ediyor. Onu ancak suyun eteğini tutup ayağına düşmesi
(yalvarıp aracı olması bu dikbaşlılığından)
kurtarabilir.)
İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile
Gül budağınun mizâcına gire kurtara su
(Gül fidanı bir hile ile (meşhur gül ve bülbül
efsanesindeki gibi yine) bülbülün kanını içmek
istiyor; bunu engelleyebilmek için suyun gül
dallarının damarlarına girerek gül ağacının mizacını
değiştirmesi gerekir.)
Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’a su
(Su Hz. Muhammed’in (s.a.v) yoluna uymuş (ve bu hâli
ile) dünya halkına temiz yaratılışını açıkça
göstermiştir.)
Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ
Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su
(İnsanların efendisi, seçme inci denizi (olan Hz.
Muhammed’in s.a.v) mucizeleri kötülerin ateşine su
serpmiştir.)
Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın
Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su
(Katı taş, Peygamberlik gül bahçesinin parlaklığını
tazelemek için (ve onun) mucizesinden dolayı su
meydana çıkarmıştır.)
Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim
Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su
(Hz. Peygamberimiz’in mûcizeleri dünyada uçsuz
bucaksız bir deniz gibi imiş ki, ondan (o
mucizelerden), ateşe tapan kâfirlerin binlerce
mâbedine su ulaşmış ve onları söndürmüştür.)
Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ
Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr’a su
(Mihnet günü Ensâr’a parmağından su verdiğini (bir
mucize olarak parmağından su akıttığını) kim işitse
hayret ile (şaşa kalarak) parmağını ısırır.)
Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su
(Dostu yılan zehri içse (bu zehir onun dostu için) âb-
ı hayat olur. Aksine düşmanı da su içse (o su,
düşmanına) elbette yılan zehrine döner.)
Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su
(Abdest (almak) için el uzatıp gül (gibi olan)
yanaklarına su vurunca (sıçrayan) her bir su
damlasından binlerce rahmet denizi dalgalanmıştır.)
Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su
(Su ayağının toprağına ulaşayım diye başını taştan
taşa vurarak ömürler boyu, durmaksızın başıboş gezer.)
Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr
Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su
(Su, onun eşiğinin toprağına zerrecikler halinde ışık
salmak (orayı aydınlatmak) ister. Eğer parça parça da
olsa o eşikten dönmez.)
Zikr-i na’tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ
Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su
(Sarhoşlar içkiden sonra gelen bat adrysını gidermek
için nasıl su içerlerse, günahkârlar da senin na’tının
zikrini dillerinde tekrarlamayı (dertlerine)
derman bilirler.)
Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam
Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su
(Ey Allah’ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı!
Susamışların (susuzluktan dudağı kurumuşların) yanıp
dâimâ su diledikleri gibi (ben de) seni özlüyorum.)
Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi’râc’da
Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su
(Sen o kerâmet denizisin ki mi’râc gecesinde feyzinin
çiyleri sabit yıldızlara ve gezegenlere su ulaştırmış.)
Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner
Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su
(Kabrini yenileyen (tamir eden) mimara su lazım olsa,
güneş çeşmesinden her an bol bol saf, tatlı ve güzel
su iner.)
Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma
Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su
(Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış,
(ama) o ateşe, senin ihsan bulutunun su serpeceğinden
ümitliyim.)
Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâra su
(Seni övmenin bereketinden dolayı Fuzûlî’nin (alelâde)
sözleri, nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen su
(damlası) gibi birer inci olmuştur.)
Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr
Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su
(Kıyamet günü olduğu zaman, gaflet uykusundan uyanan
düşkün (yahut aşık) göz, (sana duyduğu) hasretten su
(gözyaşı) döktüğü zaman,)
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su
(O mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bana vuslat
çeşmenin su vereceğini, beni mahrum bırakmayacağını
ummaktayım.)
Mevlid: Onun doğumunu, hayatını ve bazı özelliklerini şiirle, menkıbevi bir üslupla anlatan yadigârlar.[6] Müslüman toplumların kullandığı diğer diller bir tarafa[7] Türkçe yüzlerce mevlidin olduğu bilinmektedir. Bunların bir kısmı belli bölgelerde, muhtelif zamanlarda okunmuş fakat Süleyman Çelebi tarafından 1409 yılında Bursa’da kaleme alınan metin kadar hiçbiri meşhur olmamış, yaygınlaşamamıştır.
Yazılış Sebebi
Kültür tarihimizi aydınlatan eserlerde şöyle bir gelenek vardır. Kitabın ilk satırlarında/sayfalarında yazar kitabın sebeb-i telifinden, yazılış sebebinden bahseder. Bu bazan bir dostun arzusu, bir mürşidin tavsiyesi, bazan bir paşanın, padişahın temennisi bazan da bir rüyanın yönlendirmesidir. Rivayete göre Mevlid’in yazılış sebebi peygamberlerin dereceleri /birbirlerine üstünlükleri ile ilgili bir tartışmadır…
Bu konuyu daha iyi anlamak için bir hususu açıklamak gerekmektedir. İslâm toplumunda çok küçük bir gurup da olsa Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan daha üstün olmadığına inanan bir cemaat vardır. Hubmesihiler olarak adlandırılan bu insanlar kendi tezlerini çeşitli delillerle savunagelmişlerdir. İşte fetret döneminin karmaşası içinde, Sultan Yıldırım Beyazıt sonrası ortaya çıkan iç savaşın sıkıntılı döneminde bu konu da gündeme gelmiş ve tartışma büyümüştür. “…Allah’ın peygamberleri arasında bir fark görmeyiz…” (Bakara,2/285) ayetini delil olarak kullanan bu gurup topluma bambaşka bir ayrışma konusu daha taşımıştır. İşte bu tartışmadan çok etkilenen Süleyman Çelebi “Peygamberlerin bir kısmını diğerlerine üstün kıldık…” (Bakara,2/253) ayetinden hareketle Hz. Peygamber’in üstünlüğünü, onun nurunun her şeyden önce yaratıldığını ispat etmek için gönlüne gelen mısraları satırlara aktarmıştır. Yazdığı birkaç beyit çok ilgi görünce dostları bunu müstakil bir eser olarak ortaya koymasını istirham etmişlerdir.
Mevlid’de yer alan Hz. İsa ile ilgili beyitler yukarıda anlatılan konu ile ilgilidir. Hz. İsa’nın ölmeyip göğe çıkışı aslında Hz. Muhammed’in peygamber olarak görevlendirilişini bekleyip onun ümmetinden olma arzusundan başka bir şey değildir:
Ölmeyip İsa göğe bulduğu yol
Ümmetinden olmak içun idi ol
Geçi kim bunlar dahi mürseldurur
Lik Ahmed ekmel ü efdal dürür
Çok temenni kıldılar Hak’dan bular
Kim Muhammed ümmetinden olalar.
Yaygınlık Sebebi
Mevlid’in yazılış sebebinden sonra altı asırlık bir zamana ve çok geniş bir coğrafyaya hükmetmesinin, bir başka ifade ile gönüller fethetmesinin sebebi üzerinde de durmak gerekir. Evet, 1399 da Somuncu Baba’nın hutbesiyle açılan Bursa Ulucami’nin imamı Süleyman Çelebi tarafından kaleme alınan bu metnin konu ile ilgili eserlerin en önünde olmasının, zaman içinde Osmanlı coğrafyasında konuşulan bazı dillere, Boşnakça, Arnavutça, Gürcüce, Çerkezce, Tatarca, Rumca hatta İngilizce ve Almanca’ya tercüme edilmesinin sebebi, hikmeti nedir?[8]
Bu sorunun cevabı aranırken maddi manevi birçok gerekçe sıralanabilir: Hz. Peygamber’e duyulan aşk ve mahabbetin derecesi, dağılmakta olan Osmanlı toplumuna sevgi ve merhametle yoğrulmuş bir çıkış yolu gösterme çabası, celâl içre cemalin olması, Künhü’l-ahbâr yazarı Gelibolulu Ali Efendi’nin dediği gibi “kudsî bir saatte yazılması” veya Gülzâr-ı Mısrî yazarı Şemseddin Efendinin ifadesiyle “kabul-i Peygamberîye mazhar” olması” vb. Fakat edebiyatçılar bir başka sebep üzerinde durmaktadır: Sehl-i mümteni.
Metin baştan sona sehl-i mümteni yani” imkânsız kolay!” dır. Ne demek, şu demek: Metin okunduğunda bıraktığı ilk intiba kolay ve basit bir metin gibi görünür. “Ben de otursam benzerini yazarım” intibaı veren ve fakat oturup yazılmaya kalkıldığında yazılamayan bir metin.İşte hikmetli beyitleriyle tanınan Ziya Paşa’nın itirafı:
Bilmem ne sohendir ol sohenler
Âşüfte olur hep işitenler
Dörtyüz seneden beri efâzıl
Bir söz demedi ona mümasil
Tanzirine çok çalıştı yârân
Kaldı yine misl-i bikr-i Kur’an
Yukarıda işaret edildiği gibi Mustafa Darir’in Siyer’i Süleyman Çelebi’yi hazırlayan eserlerdendir. Bu eserlerin arasında 1330 tarihinde Aşık Paşa tarafından Kırşehir’de kaleme alınan onbin küsür beytlik, din ahlak ve tasavvuf tarihimizle yakından ilgili olan Garibnâme’yi de saymak gerekir.[9] Söz konusu etkilenmeyi şu üç beyt bile gösterebilir:
Allah adın eytlüm evvel ibtida
Andan oldı ibtida vü intiha
*
Cümle âlem yoğiken ol var idi
Şöyle eksüksüz gani cebbar idi
*
Birdür ol birliğine şek yokdurur
Andan artuk dünyada tek yokdurur
O, kendinden önceki ustalardan etkilendiği gibi kendisinden sonra gelenler de onun tesiri altında kalmış onu taklit etmiş, ona nazire yazmışlardır. Mesela Bursalı üç şairin –Abdülkadir Necip, Âkif ve Şemseddin Efendi- yazdığı Mevlidler’in ilk beyitleri şöyledir:
Allah adın evvela zikredelim
Vâcib olduğunu tahkik edelim
*
Allah adın yâ edelim ibtida
Olmasın diller Hak isminden cüda
*
Allah adın aşk ile yâdeyleyen mezkûr olur
Hubb-i vahdaniyyet ile daima meskür olur
Son elli yılda belki yüzlerce Mevlid yazılmadı fakat Mevlid ile ilgili yüzlerce akademik makalenin kaleme alındığında şüphe yoktur.
Şiir ve Musiki
Mevlid, Türk edebiyatı tarihini ilgilendirdiği kadar musiki tarihimizle de iç içedir. İlk yıllarda nasıl ve hangi makamla okunduğuna dair elimizde kesin bilgiler yoksa da ilk bestekârın Bursalı Sekban olduğu bilinmektedir. Zamanla ilahî, kaside ve tevşihlerle süslenen metin güzel söz ile güzel sesleri bir araya getirmiş güzel/samimi insanların meclislerinde lahutî rüzgarların esmesine vesile olmuştur. Son yüzyılda hattat Kemal Batanay ve bestekâr Sadettin Kaynak tarafından yeniden bestelenen Mevlid, hayatın çok farklı alanlarında, değişik sebeplerle okunmaya/dinlenmeye devam edilmektedir.
Mevlid ile ilgili toplumumuzda görülen bir durum da şudur. Mevlid törenleri bazı aileler için yıllık yegâne dinî ritüeldir. Bazılarına göre ise bidattir, dinî hayatla hiçbir ilgisi yoktur. Bu iki uç noktanın ortasını bulmak gerekir. Evet, Mevlid merasimi, dinî hayatın olmazsa olmazı değildir. Fakat dinî hayata bununla bağlı kalan insanların bağlarını da kesip atmamak gerekir. Geçen yüzyılda Sovyet coğrafyasında yaşanan ateizm kasırgasında birçok insanın bu “pamuk ipliği” sayesinde Allah’ın dini ile olan rabıtasını sürdürdüğü bilinmektedir. Bu gerçeği de görmek ve değerlendirmeleri buna göre yapmak daha uygun olur.[10]
Netice
Mevlid, Allah’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber efendimiz ile ilgili manzûm bir yadigârdır. Bu klasik eserin ilk satırının ilk kelimesi Allah’tır, son satırının ilk kelimesi ise rahmettir. Yani eser baştan sona “Allah’ın Rahmeti’ni” konu almaktadır. O beyitlerle bitirelim:
Allah âdın zikredelim evvela
Vâcib oldur cümle işde her kula
*
Ümmetinden râzi olsun ol Muîn
Rahmetullahi aleyhim ecmaîn.
[1] Sultan Berkuk’un Yıldırım Beyazıt’a -babası I. Sultan Murad’ın kabrinde okunmak üzere- gönderdiği Kur’an-ı kerim Bursa’dadır.
[2] Hilye, İstanbul, 2008.
[3] Nşr. Aysun Ata, Ankara 1997.
[4] Nşr. M. Ertuğrul Düzdağ, iki cilt. İstanbul, i990
[5] Geniş bilgi ve metni için bk. M. Kara, Miraciyye, Bursa 2015.
[6] Türkçe Mevlidler hakkında geniş bilgi ve metinler için bk. Mevlid Külliyatı, Ankara, 2015. M. Fatih Köksal, Mevlidnâme, Ankara 2011.
[7] Bu konuda en geniş araştırma Bosna’lı alim M. Tayyip Okiç’e aittir.
[8] Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i ile ilgili bir çalışma türü de onun şerhidir, açıklanmasıdır. Hüseyin Vassâf’ın Gülzâr-ı Aşk isimli eseri bunun için kaleme alınmıştır. En son 2022 de Bursa’da yapılan Uluslararası Süleyman Çelebi ve Mevlid Sempozyumu’nun sonunda yedi dilde Mevlid okunmuştur. (17. 09. 2022)
[9] Nşr. Kemal Yavuz, Ankara, 2000.
[10] Mevlid merasimlerinin tenkit edilen yönlerine cevap verenlerden biri de Bursa Ahmet Gazzî dergâhı postnişini Gazzîzâde Abdüllatif Efendi’dir. XIX. yüzyılda kaleme alınan ilgili Risale’sinin tanıtımı için bk. M. Kara, Bir Peygamber Âşığı Süleyman Çelebi ve Mevlid, Bursa 2022.