Sabah erkenden çıktım evden. Her sabah insanların âdeta üst üste bindiği benim ise bu doluluk oranından ötürü kendi kendime, herhalde bu araç cennete gidiyor diye düşündüğüm metrobüsle okula gittim. Derse biraz vakit vardı. Masada otururken telefondan sosyal medyaya bir göz attım. Bir yazarımız bu akşam Sezai Karakoç’la ilgili bir program yapılacağını duyurmuştu. Paylaşımında İBB’nin “Bir Nesli Yoğuranlar” adlı etkinliğinin bu haftaki konuğu Sezai Karakoç demişti. Sezai Karakoç’un bu tür etkinliklere iştirak etmediği aslında herkes tarafından biliniyordu ama ben yine de ümitlendim. Akşam Sezai Karakoç’u dinleyecektim. O gün akşama değin bu programın heyecanı, içimde esti durdu. Akşam programın yapılacağı yere vardığımda gözlerim hunharca her yerde ünlü şairi aradı ama geç olmadan çok da yabancı olmadığı gerçekle merhabalaştı, Sezai Karakoç orada yoktu.
Programa alanında güçlü akademisyenler ve yazarlar gelmişti. Program yöneticisi Mehmet Nuri Yardım’dı. Mehmet Nuri Yardım’ın yönetiminde Karakoç’un düşünce dünyasına temas ettiler, şiirlerinden örnekler verdiler. Programdaki akademisyenlerden ve Sezai Karakoç’un yakın dostu olan Muzaffer Doğan, Sezai Karakoç’la bu programa gelmesi için görüştüğünü, hatta nazı geçtiği ölçüde ısrar ettiğini ama her zamanki gibi yine ‘hayır’ cevabı aldığını söyledi. Sadece kendisiyle ilgili bu programın yapılması için izin alabildiğini belirtti. Muzaffer Doğan’ın dışında TYB İstanbul Şube Başkanı Mahmut Bıyıklı, Turan Koç, A. Ali Ural ve Bünyamin Yılmaz programdaki diğer konuşmacılardı. İlk konuşmacı olan Turan Koç, Sezai Karakoç için; “Yunus’un, Mevlânâ’nın, Mehmet Akif’in, Necip Fazıl’ın bugüne gelmiş hâlidir.” dedi. Turan Koç’un cümlesi Karakoç’un bu gelenekten biri olduğunun en somut ifadesiydi. Ayrıca merhum şair Akif İnan’dan da şu alıntıyı yaptı: “Anamı sorarsan Büyük Doğu’dur, Batı ise sırtımda paslı bir bıçaktır.” Bu ‘paslı bıçak’ sözü dikkat çekiciydi. Paslı olan bu bıçak, bazıları tarafından bilinçli veya bilinçsiz olarak dün olduğu gibi bugün de parlak görülebiliyor. Hâlâ sırtımızda olan bu bıçak yeri geliyor bizim kendimize ait olmayan birçok şeyi bize yaptırıyor. Bunu da tam olarak ne olduğu belli olmayan ‘moda’ tabiri altında uyguluyor çoğu zaman. Örneğin ütüsüz gömlek giymek bugün moda olsa, kimse ütüsüz gömleğin insan üzerinde çirkin durduğunu sorgulamıyor, herkes modaya uyuyor. Veya karpuzla birlikte soğan yemek moda olsa, kimse bu iki yiyeceğin uyumsuz bir tat oluşturacağına bakmadan herkes yemeye başlıyor. Ama gerçekte suç paslı bıçakta değil, suç bizde. Bu durumda, bizim kendimizi sığaya çekmemiz gerekiyor. En kestirme ve en nitelikli çözüm yolu bu. Sonra devam etti Turan Koç, Sezai Karakoç’un gelenek için mücadele verdiğini belirtti. Karakoç’taki geleneği anlatırken şairin Balkon şiirini okudu. Geleneğin gözünden günümüzün modern binalarını, balkonları anlatan şiirdi bu. Çocuk düşerse ölür, demişti Karakoç dizelerin birinde. Turan Koç bu kısmı devam ettirdi ve şöyle dedi: “Yahu bu ne biçim iş! Çocuk bizim kültürümüzde düşe kalka büyür.” Salon pür dikkat anlatılanları dinliyordu. Anlatılanlar fazlasıyla anlamlıydı. Ben de düşe kalka büyüyenlerdendim nitekim. Şimdiki çoğu çocuğun, şu anki yaşadıkları yerlerde düşmeye bile yerleri yok, belki hakları yok. Düşerlerse, ölürler çünkü.
Daha sonra Mahmut Bıyıklı söz aldı. İki önemli kesit anlattı. Birincisi Sezai Karakoç ile Rasim Özdenören arasındaki mektuplaşmalardı. Karakoç ile Özdenören bir süre mektuplaşmışlar. Karakoç, Özdenören’den gelen bir mektuba cevap yazarken son mısraı bir türlü yazamamış. Hoşça kal, kendine iyi bak gibi sıradan bir bitiş olsun istememiş. Güzel olması için birkaç gün beklemiş. Doğal olarak cevap gecikmiş. En sonunda aradığı o güzel cümleyi bulmuş. “Ayaklarına kapanırım” diyerek cevabını nihayete erdirmiş. Tam o sırada evin kapısı çalmış. Karakoç kapıyı açınca bir de karşısında kimi görsün; Rasim Özdenören, kalkmış gelmiş. Kapının önünde bütün samimiyetiyle soruyor: “Sezai ne yaptın, mektuba cevap yazmadın mı? Bana bir şey ulaşmadı.” Salon bu olayı yoğun şekilde alkışladı. Nasıl alkışlamayalım ki. Bu olaydaki incelik, insanlık, medeniyet bugün bizim hangi davranışlarımızda var? Biz bugün işte bunu kaybettik. Bugün çağdaş sorunlarımızın kaynağını uzakta aramamıza gerek yok. Neleri kaybettiğimize bakmamız yeterli. Mahmut Bıyıklı’nın anlattığı bir diğer kesit ise şöyleydi: Erdem Bayazıt ve Rasim Özdenören Ankara’ya gelen yakın dostları Sezai Karakoç’u otogardan İstanbul’a uğurlamaktadırlar. Rasim Özdenören, Karakoç’a gitmemesi, birkaç gün daha kalması için ısrar eder. Birbirlerini çok sevmektedirler. Durum böyle olunca da hâl diliyle de bir müddet bakışırlar. En sonunda Sezai Karakoç, otobüse biner ve otobüs hareket eder. Erdem Bayazıt ve Rasim Özdenören de otogardan ayrılmak için taksiye binerler. Taksi yol alırken bir anda Rasim Özdenören Erdem Bayazıt’a otogara geri dönelim, der. Oraya varırlar ki Sezai Karakoç otobüsten inmiş bunları bekliyor. Ve aynen şu cevabı verir; biliyordum geleceğinizi. İşte gerçek dostluk bu değil mi? Dost dostun içini okuyandır. Bir adım sonra ne yapacağını tahmin edendir.
Zaman bu güzel programa yetmiyor, program yel gibi geçiyordu. Bir diğer konuşmacı olan A. Ali Ural’a sıra geldi. İlk defa yakından gördüm bu yazarı. Fotoğraflarda gördüğümden daha farklı geldi yüzü bana. Şaşırmadım değil. Ama fotoğraflar her zaman doğruyu göstermez ki zaten. Bir yansımadan, bir renkten ibaret değil midir onlar? Ben bu düşünceleri kafamdan hızla geçirirken o da Seza Karakoç için şunları söyledi: “Onun şiiri un, düşüncesi su ve bu ikisini yoğurmak için kendisi de yumruk.” Evet, aynen böyleydi. Sezai Karakoç, bizim binlerce yıllık düşünce çınarımızın koruyucu yumruğu konumundaydı. Sadece düşüncede de kalmadı bu yumruk. Aynı zamanda eylem halindeydi. Çünkü düşünce eyleme geçtiğinde bir şeyler değişirdi. Sezai Karakoç yazdıklarıyla, yaptıklarıyla, derin etkileriyle değişikliği sağlayan gözde bir şahsiyetti.
Programın sonunda söz alan Mahmut Bıyıklı, dinleyicilerden kim Sezai Karakoç’tan ezbere bir şiir okursa ona kitap hediye edileceğini söyledi. Benim de ezberimde Karakoç’tan şiirler vardı. Kitabı alacağımı biliyordum. El kaldırdım, tam o sırada bir lise öğrencisi de el kaldırdı. Ben elimi geri indirdim. Ayrıca bir lise öğrencisinin hem programda olmasına hem de Sezai Karakoç’un şiirlerinden ezberlemesine sevindim. Kitabı da o hak ediyor dedim. Öğrencinin cesaretini de takdir ettim. Ta ki öğrenci ayağa kalkıp şu cümleyi kurana dek: “Telefona bakarak okumak serbest değil mi?”