Endülüs’ten hatıralarımızda kalan iki olay güncelliğini korumaya devam etmektedir. Bunlardan biri, Tarık b. Ziyad’ın, Endülüs’ü fethi ve gemileri yakma hadisesi, bir diğeri de, Endülüs’ün son kalesi Gırnatâ’nın işgali sonrasında yaşanan ve Gırnatâ’nın son sultanı Ebû Abdullah’a annesinin söyledikleri şu sözlerdir: “…kadınlar gibi ağlayacağına, erkekler gibi savaşsaydın ya…”
İslâmî yönetimin Endülüs’teki son on yılına (1482-1492) bakıldığında, siyâsî çekişmelerin doruk noktasına çıktığı, halkın etnik ve mezhebi farklılıklar sebebiyle bölündüğü, savaşlar sebebiyle ekonomik krizlerin yaşandığı bir tabloyla karşılaşmaktayız. Gırnatâ İslâm Devleti’nin bu durumundan haberdar olan Hıristiyan krallıklar, Endülüs’teki İslâm varlığına son darbeyi vurmak için şartların olgunlaştığını düşünüyorlardı. Bilhassa, Kastilya Kraliçesi İsabel ile Aragon Kralı Fernando’nun evliliklerinden (1479) sonra, Gırnatâ İslâm Devleti için sonun başlangıcı olan bir süreç başlamıştı. Çünkü, iki büyük krallık, aralarındaki ihtilafları bir kenara bırakmış ve güçlerini birleştirmişti.
Koyu Katolik olan İsabel ve Fernando ikilisi, Gırnatâ İslâm Devleti’nin topraklarına doğru harekete geçmiştir. Bu kapsamda, başkent Gırnatâ’nın çevresindeki tüm topraklar; Malaga (1487), Almeria (1489) ve Baza (1489) gibi önemli Endülüs şehirleri işgal edildi. Başkent Gırnatâ’nın etrafındaki çember hergün daralırken, yönetim merkezi Elhamrâ Sarayı’nda iktidar mücadelesi sürüyordu. Asıl Sultan Ebû’l-Hasan ile oğlu Ebû Abdullah arasında. Bu mücadelenin sebebi ise, Ebû’l-Hasan’ın ikinci karısı olan İsabel de Solis’in (Süreyyâ), kendi oğlunu Gırnatâ Sultanı yapmak isteğiydi. Ebû’l-Hasan’ın İsabel de Solis’in isteklerine meyl etmesi, eski eşi Aişe tarafından sert bir kaşılık görmüş ve kendi oğlu Ebû Abdullah’ı kocasına karşı kışkırtarak, kocasını Gırnata’dan kovdurmuştu. Ne var ki babasına karşı verdiği iktidar mücadelesinde Kastilya krallığından askerî destek alan Ebû Abdullah, Kastilyalılarla gizli anlaşmalara imza atmıştı.
1491 tarihine gelindiğinde, Müslümanların elinde sadece Gırnatâ şehri kalmıştı. Katolik Kral Fernando: “Nar’ın tanelerini tek tek sökeceğim” demişti. İspanyolca’da “Granada” nın bir anlamı da “Nar” dı. Fernando, dediği gibi de yaptı; Nar’ın (Granada) köylerini, kasabalarını ve şehirlerini tek tek işgal etti. Geride, sadece ve sadece Gırnatâ kaldı.
Tarihe Katolik Krallar (Los Reyes Católicos) olarak geçen İsabel ve Fernando, son sultan Ebû Abdullah’tan Gırnatâ’nın teslimini istediler (1491). Bu arada, hızlı bir şekilde şehir kuşatmaya alındı ve yaklaşık 7 aylık bir kuşatmadan sonra şehir teslim olmak zorunda kaldı. Kuşatma esnasında, Kraliçe İsabel, Gırnatâ yakınlarınlarındaki cephe hattına gelerek, kuşatmanın sürdürülmesi konusunda İspanyol askerlerini motive etti. O günün anısına, bu cephe hattında Santa Fe (Kutsal İman) ismiyle bir kasaba inşâ edildi. Bugün de bu isimle anılan kasaba Gırnatâ merkeze 5 km mesafede bulunmaktadır.
Kuşatma altındaki Gırnatâ halkı, şehrin tüm lojistik yollarının kapanması nedeniyle, gıda bulmakta her geçen gün zorluk çekmeye başladı. Öyle bir an geldi ki şehirdeki bitkileri ve hayvanları yemek zorunda kaldılar. Açlık dayanılmaz sınırlara ulaşınca da Ebû Abdullah’tan şehri teslim etmesini istediler. Ebû Abdullah 67 maddelik bir anlaşmayla şehri teslim etmeyi kabul etti.
İsabel ve Fernado ile yapılan anlaşmaya göre; Müslümanların can, mal, nesil ve ibadet emniyeti sağlanacaktı. Hiçbir şekilde, Müslümanların vakıflarına ve camilerine karışılmayacaktı. Son sultan Ebû Abdullah ve yakınlarına ise, Andarax bölgesinde, gelirleri kendisine ait olmak üzere araziler verilecekti.
Sözkonusu anlaşma, Endülüs’te Müslümanların askerî ve siyasî varlıklarının son bulduğunun ilanıydı. 711 yılında başlayan bu süreç 781 yıl sonra 1492’de son buldu. Bu tarihten sonra Endülüs İslâm toprakları tamamen Hırstiyanların eline geçti.
2 Ocak 1492’de Elhamrâ Sarayı’nın anahtarları İsabel ve Fernando ikilisine teslim edildi. Teslim töreninde, Kristof Kolomb da vardı. Sarayın anahtarlarını teslim eden Ebû Abdullah ve yakınları, kendilerine bağışlanmış olan Andarax’taki mülklerine doğru yola çıktılar. Gırnatâ yakınlarında bulunan bir tepeliğe ulaştıklarında son sultan Ebû Abdullah arkasına dönüp, Gırnatâ ve Elhamrâ Sarayı’na son kez bakıp, göz yaşlarına boğuldu. Çünkü, geride bıraktığı sadece bir saray, bir iktidar koltuğu değildi. Atalarının ilmek ilmek dokuduğu, Avrupa’yı aydınlatan bir medeniyetin bedeni ve ruhuydu. Endülüs’te zeval bulan İslâm’ın güneşiydi. Ebû Abdullah, tüm günahlarıyla, hırslarıyla ve hayalleriyle bu sonuca ortaktı. Bu sebeple, bu tepecikte (Suspiro del moro-Müslüman’ın ah! çektiği yer), son kez bir “ah!” çekti ve ağlamaya başladı. Oğlunun perişan hâlini gören annesi Aişe, hafızalarımıza kazınacak sözleri işte o an söyledi:
“…kadınlar gibi ağlayacağına, erkekler gibi savaşsaydın ya…”.
Annesinden bu sözleri duyan Ebû Abdullah: “Vallahi anne, bunları söyleyeceğini bilseydim, babama (Ebû’l-Hasan) karşı savaşmazdım. Beni babama karşı sen kışkırtmıştın.” dedi. Fakat, herşey için çok geçti, son pişmanlık fayda etmedi.
Rahmet yağmurlarına benzetilen Endülüs Fetih hareketi, gözyaşları içinde nihayete erdi. Sekiz asırlık bir çınar kökünden söküldü, ona ait ne varsa, nerede iz bırakmışsa, İspanyol Engizisyon Mahkemesi’nin karanlık zihni tarafından silindi, yok edildi. Geriye de bize “Endülüs’ün Hatırası” kaldı.
Not: Gırnatâ’da her yıl 2 Ocak’ta şehrin Müslümanlardan kurtuluş törenleri yapılır.