Kitap
Tadımlık Kitaplar-9 2021 Temmuz
Renklerden moru sevdim, Alice Walker’a özendiğimden değil. En güzel hercailerin, kır menekşelerinin, leylakların mor olduklarını bildim bileli sevdim moru. Mor bir giysi edinecek param olmadı. Morların en görkemlisini giyinip salınmalıydım çünkü; mora görkem yaraşır. Ama gözkapaklarımı, dudaklarımı mora boyadım. Salı pazarından mor boncuklar, mor rugan pabuçlar aldım. Mor yemeniler bağladım, başıma, boynuma, belime. Yakıştığını söylediler.
EKLENDİ
-:
Yazar:
Murat Erdoğan1. Gencîne-İ Râz (Sırlar Hazinesi), Taşlıcalı Yahya Bey (Hazırlayan: Ramazan Sarıçiçek), Mesnevi, Gece Kitaplığı Yayınları, Ankara 2015.
36.Makale: Ka’betu’llâh hakkında bildirir.
Ka’bedür hâl-i rûh-ı devr-i zamân
Ka’bedür nokta-i per-gâr-ı emân
(Zamanın ruhunu yansıtan Kâbe’dir. Eminlik perdesinin noktası Kâbe’dir.)
Ka’bedür şehr-i Nebiyyü’l-Muhtâr
Ka’bedür mesken-i Ashâb-ı Kibâr
(Seçilmiş Nebilerin şehri Kâbe’dir. Kibar kişilerin meskeni Kâbe’dir.)
Ka’bedür menzil-i maksûd u merâm
Ka’bedür kıble-i ehl-i İslâm
(Meram ve maksadın menzili Kâbe’dir. Müslümanların kıblesi Kâbe’dir.)
Benzer ol şeyh-i siyeh-pûşa revân
Akar ayağına su gibi cihân
(O, siyah elbise giymiş yürüyen şeyhe benzer. İnsanlık su gibi onun ayağına akar.)
Gösterür halka velâyet her bâr
Eyler ol nûr-ı kerâmet izhâr
(Her meyve -manevi ağırlık- halka velilik yolunu gösterir. O, keramet nuru gösterir.)
Zevk u sevk ile ana eyle nazar
Mürşid-i perde-nişîne benzer
(Zevk ve sevk ile ona nazar eyle. Perde sahibi Mürşide benzer.)
Ehl-i îmâna odur mıknâtîs
Rahmet ola ki ola ana enîs
(O, iman ehline mıknatıstır. Rahmet olsun ki, o, ona arkadaş olsun.)
Câmesi cümle karadur her dem
Tutdı gûyâ ki Resûle mâtem
(Sanki o, Resul’e matem tuttuğu için bütün elbisesi her an karadır.)
Kıldı Hak bâis-i rahmet anı
Farz-ı ayn oldı ziyâret anı
(Hak Teala O’nu rahmet vesilesi kıldı. Onu ziyaret farz-ı ayn oldu.)
(Gencîne-i râz, s. 266-267)
2. Uzun Çarşının Uluları, Mitat ENÇ, Hikâye, Ötüken Yayınları, İstanbul 1997.
Kuyucu Kör Hafız’dan
“Bağımsızlığına taassup düzeyinde düşkündü. Belki de bu yüzden ya da kısmetini bulamadığından tek göz baba evinde kendi başına yaşıyordu. Evinin hasırını, kilimini silkeler, toprak avlusunu süpürür, kısmetini kendi eliyle kaynatır, hatta kuyu başında bulaşığını ve çamaşırını bile kendi yıkardı. Ancak işi karşılığında verilenleri kabul eder ve gül gibi geçinip giderdi. Hatta mahallede onun hayli varlıklı olduğu dedikodusu da dolaşırdı. Bazıları indiği kuyu diplerinde bulup sessizce koynuna indirdiği gömülerden söz eder, bazıları da savaş sırasında Kayacık’a kaçan Ermenilerin kuyularından evlerine girerek, yükte hafif, pahada ağır ne bulduysa toparlayıp taşıdığını ileri sürerdi. Ama gerçekte kuyu sırığı gibi dosdoğru bir adamdı. Kuyu dibine bilezik aramaya indirilip bir de yüzük bulursa, ya da tasla birlikte değerlice bir süs eşyası ele geçirirse cebine indirmezdi: ‘Haram mal buğazın bir sokumundan geçse ötekine tıkanır kalır.’ der ve bulduğunu mal sahibinin eline teslim ederdi. Bir taraftan beş on kuruş biriktirebildiyse son mangırına kadar alnının teriyle kazanmıştı. Ama bu söylentiler mahallenin kısmeti kapalı yaşlı kızlarını, kocası Yemen askerliğinden dönemeyen orta yaşlı dulları pek ilgilendirirdi. İçin için ‘Şu kör herif boynumuza bir nikâh atsa da gömüsünün yerini bulsak.’ diye düşlere dalanlar bile yok değildi.
Sonunda devlet kuşu kırıkçı Şâkire bacının evde kalmış kızı Hattuç’un başına kondu. Daha doğrusu Hattuç, el yordamıyla oraya buraya çarpınan bu kuşu kafesine sokmayı başardı.”
(Uzun Çarşının Uluları, s. 112-113)
3. Kudüs Ey Ey, İbrahim Demirci-Hasan Aycın Şiir-Çizgi, İz Yayıncılık, İstanbul 2017.
Kudüs Ey Ey’den,
“Olağan üstüdür Kudüs
Mucize üssüdür.
Gündüzünü gece kuşatır, gecesini gündüz.
Yerin altından göklerin ötesine
görünmez merdivenleri vardır.
Kubbesine alem olmaya gelmiştir hilâl.
Bilâl’in sesi gizlenmiştir bulutlarında.
Maveraya uçar kuşları Kudüs’ün
Hüdhüd, Süleyman, Belkıs
Davud, Zekeriya, Meryem, İsa
Gülümserler aynı güneşin altında
Toprağına kök salmıştır ayaklarımız.
(Kudüs Ey Ey, s. 40-41)
4. Ceviz Ağacına Kar Yağdı, Selçuk Baran, Öykü, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2012.
Mor Hikâye’den,
“2.
Kıyı yok. Çünkü ben kıyıları hiç sevmedim. Ufka, kıyılara, bir ağacın köklerine, birtakım törenlere, başlangıcın, bitiş anlamına geldiği hiçbir şeye bakmayı sevmedim.
Ben ürkek, küçük, aptal tavşan (kocam, beni neden hep “tavşanım” diye sever ki) ölüm dendi mi donakalırdım.
Renklerden moru sevdim, Alice Walker’a özendiğimden değil. En güzel hercailerin, kır menekşelerinin, leylakların mor olduklarını bildim bileli sevdim moru. Mor bir giysi edinecek param olmadı. Morların en görkemlisini giyinip salınmalıydım çünkü; mora görkem yaraşır. Ama gözkapaklarımı, dudaklarımı mora boyadım. Salı pazarından mor boncuklar, mor rugan pabuçlar aldım. Mor yemeniler bağladım, başıma, boynuma, belime. Yakıştığını söylediler.
Neden mor, diye sordu O, bütün çirkinliği, soğukluğu, anlayışsızlığıyla. Başımıza musallat ettiğimiz herhangi bir budala olan O. Aykırılıklar, ayrıksılıklar, türlü fanteziler kocamı çeker hep (belki bu yüzden bana olan aşkı sönmedi hiç); işte O (kocam, sözümona yoksulluğun acısını türküleştirdiğini sandığı bu adama sanki tutkundu), bana bunları söyledi.
Moru seviyorum, dedim başkaldırır gibi.
Nedenini açıkla, diye buyurdu Üstat Acıçeken.
Acıların ama her türden acının varlığını sezinleyip hiçbir zaman duymamak, duyamamak gibi bir ayrıcalığı vardı (sanki beynindeki acıyı algılama noktası bir operasyonla susturulmuştu); bir de yaşı: Elli mi, altmış mı, fark etmez; biz öyle genç ve öyle güzeldik ki, bizim için o, yüz yaşında bir iskelet döküntüsü olabilirdi ancak.
Kocam da, nedenini açıkla, diye buyurdu.
Çok uğraştım, o Acıçekme Sürgünü Bozuntusu istedi diye değil, kocam için, sevdiğim adam için. Ama açıklayamadım.
Acının büyüsü onları dar bir odaya kilitliyordu.
Ben kilitlenmek istemiyordum.
Açın bütün kapıları, duvarları yıkın, sizi kuşatacaksa bir gökkuşağı kuşatsın! Yemyeşil tepelerde türküler söyleyin, özgürlük türküleri… Eğer özgürlük üzerine hiçbir türkü söylenmeyecekse… eğer özgürlük çayırları aşamazsa… o zaman, işte o zaman…”
(Ceviz Ağacına Kar Yağdı, s. 570-571)
5. Özgürlüğe Kaçışım Zindandan Notlar, Aliya İzzetbegoviç (Tercüme: Hasan Tuncay Başoğlu), Günlük, Klasik Yayınları, Ankara 2009.
Altıncı Bölüm (İslam Üzerine Düşünceler)’den
“1718. Tüm modernist şiir, bir vakıa olarak, taşralı (dar kafalı) zihniyete karşı bir isyandır. Bu şiir, ölümü hür kişiliğin tek yolu olarak ilahlaştıran yıkıcı bir şiirdir. Ferdî özgürlüğe hoşgörü göstermeyen toplumla çatışmada ölme cesaretine sahip olan fert, hürdür. Hür olmak, böyle bir toplumda suç teşkil eder.
Taşralı zihniyet nedir? Hem fazilette hem de rezilette bayağılıktır; şeklî ahlakilik, riyakârlık, ferdiyetçiliğin ve özgünlüğün bastırılması, paranın gücü, menfaat evliliği vb. dir. Taşralı bir karakter, öldürmeyi kınar, ama savaşı ve idam cezasını onaylar. Sefahati kınar, ama fuhuşu ve menfaat evliliğini hoşgörür. Hırsızlığa karşıdır; ama dürüstlüğe aykırı ticaret, faiz ve banka banka spekülasyonları ve malî operayonel şeklindeki sahtekârlığı hoşgörür. Taşralı bir karakter, şeklen hürriyet taraftarıdır; ama kocanın karısına, ebeveynin çocuklarına, idarecilerin memurlarına, patronun işçi ve hizmetlilerine karşı terörünü hoşgörür. Burada her şeyin hukuka uygun olduğunu vurgulamak önem arz etmektedir. O kendisine hukukun iyi mi kötü mü olduğunu asla sormaz; çünkü hukuk hukuktur, mukaddestir vs. Bununla birlikte modernist sanat bu reziletleri değil onların gizli biçimlerinin kınar. Dahası bu şiir, eğer açıkça işlemişlerse ve pervasızlıkların bedelini ödemeye hazır iseler, korkusuz şahsiyetlerin reziletlerini ve suçlarını açıkça kutsar ve tasvir eder. ‘Kim olduğunuz veya ne yaptığınız önemli değildir, sadece sonuna kadar ne iseniz öyle kalın.’ XIX. Yüzyıl sonları ve XX. Yüzyıl başları Avrupa edebiyatında küstah ve tahkir edici fertlere yönelik bu açık övgüyü, riyakârlık ve sahte ahlakîliğin bu toplumda mide bulandırıcı noktaya ulaşmış olduğu gerçeğinden başka neyle açıklayabiliriz? Ahlak vaazı riyakârlığa karşı faydasız kalır, çünkü o (riyakârlık) da aynı hikâyeyi anlatadurur. Kelimeler aynı kelimeler, vaaz aynı vaaz. Avrupa edebiyatının bu türünün namuslu bir kadın ile ‘yüksek sosyete hanımefendisi’ olmuş sabık bir fahişeyi değil, aksine açıkça sefahatte yer alan ve bunu da küstahça meşru gören bir fahişe ve yosmayı yan yana koymasının sebebi budur. Modernizmin taraftarlarına göre sözde medenî (sahte) faziletin çürük temellerini sarsmanın tek yolu buydu.
(…) Her iki halde de eksik olan husus insanî ölçüdür, insanî ölçüye yönelik ahlakî taleptir. İdeal, bir denge bulmak içindir; sağlıklı bir bedendeki bir hücre gibi, aynı anda kendin ve başkaları için yaşamak içindir.
Avrupa edebiyatı, ‘reziletin güzelliği’ne methiyeler düzer. Kur’an ise Şeytan’ın ameli olan reziletin ayartıcı güzelliğinden bahseder. (Enfal 8/48)”
(Özgürlüğe Kaçışım, Zindandan Notlar, s. 317-318)
6. Teslimiyetçilik Kader Değildir, Atasoy Müftüoğlu, Deneme, Hece Yayınları, Ankara 2013.
İslam’ı İstemekte Özgür Değiliz’den
“İslâm dünyası toplumlarında, düşünsel, kültürel, entelektüel, siyasal özgürlük, İslâmî dünya görüşü, İslâm ve devlet, İslâm ve siyaset, akıl-vahiy ilişkisi hakkında Avrupa kategorilerine başvurma ihtiyacı duymaksızın içerik ürettiğimizde ve bunları uygulama alanına kazandırdığımızda mümkün olacak.
Zihinlerimizi, düşüncelerimizi, siyasal tercihlerimizi Batı’nın bizden istediği doğrultuda değiştirdiğimiz takdirde, kendi isteğimizle köleliği seçmiş olacağız.
Bilmek gerekir ki kölelerin kendi düşünceleri, kendi hayatları, kendi dünya görüşleri, devletleri, siyasetleri, kavram ve kurumları, bağımsız tercihleri olamaz.”
(Teslimiyetçilik Kader Değildir, s. 140)
7. Alıç Ağacı ile Sohbetler Hikmet Birand, Sohbet, Tübitak Yayınları, Ankara 1996.
Dikmen Alıçı,
“Dikmen’in ardındaki Çal dağının doruğunda yaşlı bir alıç ağacı vardır. Kuru dallarında solgun allı-yeşilli paçavralarla nice masum özlemlerin adakları bağlı kalan bir ağaç… Ben o ağacı çok severim. Ona ‘Dikmen Alıçı’ adını da ben taktım.
(…)
Baharda, bereketli kırkikindiler toprağı ıslatıp, sıcak mayıs güneşi de ısıtınca, kucağında uyuyan milyonlarca tohum birden uyanır. Dikmen sırtları yemyeşil olur; allı morlu, elvan elvan bozkır çiçeklerine bürünür, çitler yaban bademlerinin çiçekleri ile tozpembe olur; iğdeler açar, kekikler sürer. Dikmen sırtlarında adım attıkça havaya burcu burcu kokular yayılır. Ne güzel olur Dikmen’de bahar!
Ben Dikmen’e sık sık giderim; hele eskiden çok sık gider, her gidişimde de Çal dağının tepesindeki tek ağacı ziyaret ederdim. Gide dide onunla dost ahbap oldum, uzun uzun sohbetler ettim. Neler anlatmadı bana. Bu, uzun, çok uzun maceralı bir hikâyedir. Biraz kısaltarak anlayabildiğim kadarını ben de sizlere anlatacağım.
Çal dağının doruğu bir kubbeye benzer. Tepeye çıkınca çepeçevre manzara birden sizin olur. Kuzeyde yıldan yıla büyüyen, sırtlara bayırlara tırmanan Ankara önünüze serilir. Doğuda vadinin içine sokulan Dikmen köyünü, daha ileride kuytu bir yarın sırtına yaslanan Karacakaya’yı, o güzelim Hüseyin Gazi’yi, daha gerilerde ufku kapayan Elma dağını, güneyde gümüş gibi ışıldayan Mogan gölünü, doğuda Ahlatlıbel’i görürsünüz. Yalnız onlar mı? Oradan daha neler görürsünüz! Ne görürseniz güvenebilirsiniz, hepsi hastır, gerçektir. Sevinirsiniz orada; çünkü tabiatın içindesiniz. Orada kendi yaptığımız dünyanın bunaltıcı hayhuyundan, tatsız ıvır zıvırından, bencil kaygılarından, sıkıcı darlığından kurtulur; her şeyin olduğu gibi olduğu, olduğu gibi gözüktüğü, o külfetsiz, gösterişsiz, sessiz büyüklükle karşı karşıya gelirsiniz. Orada, o büyüklük içindeki yalnızlıkta, insan kendini bulur, varlığının özündeki asilliği anlar ve kendini erdemliğe adar.”
(Alıç Ağacı ile Sohbetler, s. 3-4)
Çok Okunanlar
- Kavram-
Bize “Baby Boomer/Bebek Patlaması” Kuşağı Diyorlar
- Kültür Sanat-
“Hatiboğlu Ailesi” Ulusal Sempozyumu Burdur’da Düzenlenecek
- Kavram-
Bedevilikten Kurtuluş
- Gezi Yazısı-
Şehriyar, Ah…
- Edebiyat-
Sıla Ölür Gurbet Kalır
- Kavram-
Millî Tarih Bilinci Üzerine
- Düşünce-
Dünya: Yerel ve Küresel Oyun Sahası
- Edebiyat-
Susmak İnce İşçilik İster