Tarih
Malazgirt’i Malazgirt’te Hissetmek
EKLENDİ
-:
Yazar:
Fatih Ertugay
“Romen Diyojen: Ben kış mevsimini İsfahan’da geçireceğim; at, katır ve eşeklerim de Hemedan da geçirecekler.
Selçuklu elçisi: At, katır ve eşekleriniz Hemedan’da kışlar da, sizin nerede kışlayacağınız bilinmez.”
15 Temmuz Milli İrade Günü kapsamında düzenlenen bir panelde konuşmacı olarak Muş Alparslan Üniversitesi’nin davetlisi olarak ayın on dördünde Muş’a yolumuzu düşürmüş olduk. Daha evvel bu coğrafyada kısa bir süreliğine Van ve Bitlis’e uğrama imkânım olmuştu. Her iki ziyaret de bir koşuşturmaca ile geçtiğinden bu şehirlerin tarihini, kültürünü, doğasını görme ve tanıma fırsatım olmamıştı. Bu sefer öyle olmadı. Hem nispeten geniş bir vaktimiz vardı hem de bizi oldukça güzel ağırlayan ev sahiplerimiz ve civar gezilerimizde eşlik eden mihmandarlarımız vardı.
İlk günümüz Milli İrade Günü kapsamında planlanan etkinliklerle geçti. İkindi sonrası oluşan boşlukta kısa ama öğretici bir Muş gezim oldu. Muş küçük bir şehir ama kendine göre bir şirinliği ve canlılığı var. Hani bazı şehirlerde olur ya, sanki şehrin üzerine bir ölü toprağı atılmış hissine kapılırsınız. Ama Muş küçük olmasına rağmen öyle bir şehir değildi. Muş’un eteklerinde yer aldığı Çavuş Dağ’ın hemen kucağında yer alan bir yükseltide yer alan kale (her ne kadar her hangi bir sur ya da tarihi yapı pek kalmamış olsa da) size Muş’u ve Muş Ovası’nı muazzam bir görsellikte izleme olanağı sunmakta. Murat Nehri’nin ikiye böldüğü Muş Ovası son derece bereketli bir ova. Gerçekten insan bu bereketi izlemeye doyamıyor. Yalnız kale ile ilgili olarak söylemek istediğim başka bir şey daha var: Birincisi bu yükseltinin hemen eteklerine hiç olmayacak bir şekilde TOKİ konutları yapılmış. Normalde başka şehirlerde bu tarz yerlerin etrafları açılırken ve yükseltiden arındırılırken maalesef Muş’ta tam tersi olmuş. İkincisi de yollarının ve etrafının bakımsız oluşu bir hayli dikkat çekiyordu. Umarım bunların ikisi de çözüme kavuşturulur.
Ertesi gün ise ziyaretimizin beni asıl heyecanlandıran ve Muş gezisini unutulmaz kılan kısmına geçtik: Malazgirt ve Ahlat güzergâhları. Ağrı Dağı ve Cilo’dan sonra Türkiye’nin en büyük üçüncü dağı olan Süphan Dağı’nın batıya doğru uzanan düzlüğünün devamına bulunan Malazgirt, Türk-İslam tarihi ve Anadolu tarihi açısından gerçekten çok kritik önemdeki bir savaşa ev sahipliği yapmıştır. Süphan Dağı, çevresindeki geniş düzlüklerin ortasında, zirvesindeki karlarla mavi bir gelinlik giymişçesine eteğini etrafa saçmış gibi arzı endam ediyordu. Bu heybeti seyre dalmış bir halde, özellikle son yıllardaki etkinliklere daha yoğun bir şekilde gündeme gelen Malazgirt’e doğru yol alırken en çok merak ettiğim şey savaşın tam olarak nerede gerçekleştiği, orduların konumlarının ova üzerinde nerede olduğu gibi konulardı. Nedenini başlarda kavrayamadığım bu merak, araçlarımız savaşın muhtemel yerlerinden birisindeki arkeolojik kazı alanına doğru ilerlerken daha da artmaya başlamıştı. Bölgedeki arkeolojik kazılarda önemli bir rol üstlenen Oğuzhan Bey’in rehberliğinde kazı bölgesine ulaştık ve onun ağzından çalışmalarla ilgili açıklamaları dinlemeye başladık (Bu arada şimdiye kadar Malazgirtle ilgili yapılmış büyük kazı çalışmalarının tamamının yabancı arkeologlar tarafından yapıldığını ve ilk kez bir Türk ekibin bölgede kazı yaptığını da öğrenmiş olduk). Kendisini işine adamış, bir işle ilgilenmiyor da bir çocuk büyütüyormuşçasına heyecanlı ve mutlu olan Oğuzhan Bey’in bu heyecanına ve mutluluğuna eşlik etmemek elde değildi. Bir ara keşke ülkede “herkes işini bu heyecan ve motivasyonla yapabilse acaba ortaya nasıl bir sonuç çıkar” diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Bize ilk önce buldukları ve içinde Müslümanların medfun olduğu, belki şehitlik olarak düşünülmüş olan bir mezar bölgesini gösterdiler. Burası muhtemel savaş alanının birkaç kilometre güneyinde yer alan bir bölgeydi. Buradan az ilerisindeki hafif bir yükseltiye doğru yürüyünce önümüzde Selçuklu ordusunun ovaya giriş istikameti ile Bizanslıların onları karşıladığı yeri az çok görebilmek mümkündü. Ova sanılanın aksine düz bir ova değil. Süphan’ın püstkürttüğü bazalt taşların yoğunlukla yer aldığı, kısmen taşlık ve engebeli bir arazi ki, bu durum savaşın seyrine doğrudan tesir eden bir etken olmuş. Sultan Alparslan, kendi ordusundan yaklaşık dört kat büyük olan bir orduyu arazinin kendisine sağladığı imkânları büyük bir stratejiye dönüştürerek yenebilmiş. Bizans kaynakları buna işaret edercesine, “Alparslan Diyojen’i görebiliyordu ama Diyojen Alparslan’ı göremiyordu” diye ifade etmekteymiş. Savaşı; öncesini ve o esnada olanlarla beraber orada, tam da savaşın gerçekleştiği yerde o duyguyu bize aktararak anlatan birisinden dinlemek gerçekten olağanüstü bir deneyimdi. O küçük yükseltide durup, iki ordunun birbirine karşı vaziyet alışını, ilerlemelerini, savaşa tutuşmalarını hayâl etmek; at, insan ve metal seslerini duyabilmek, etrafa saçılan kırılmış metal parçalarını düşünmek, savaşın seyrine göre sağa sola, ileri geri hareket eden birlikleri tahayyül etmek insanı başka bir dünyaya götürüyordu sanki. Hele bir de o toprakları, bundan yaklaşık bin yıl önce atların ve askerlerin adımladığını düşünerek adımlamak ve tüm bunları düşlemek yoğun duyguları tetikliyordu insanda. Şiirsel bir deneyim olduğunu söylemek, inanın ki abartı olmayacaktır.
Buradan Malazgirt’in içinde bulunan iç kaleye geçtik. Kısmen özgünlüğünü korusa da büyük oranda tahrip olmuş ve etrafına, onun tarihi dokusu ile hiç de örtüşmeyen evler ve resmi binalar yapılmış. İç kaleyi çevreleyen ve Roma döneminden kalma, Diyarbakır surlarını andıran devası dış kale ise neredeyse hiç kalmamış. Hâlbuki daha 1950’lerde çekilmiş fotoğraflarda bu dış surların da büyük oranda muhafaza edildiği görülüyor. Anlaşılan bin yıl ayakta kalmayı başaran bu surlar son yetmiş yıla dayanamamış. Surların çoğu ev yapmak için taşlarının alınması suretiyle yıkılmış. Bu surlar ve Malazgirt şehrinin tarihsel önemi dikkate alındığında, surların yeniden ayağı kaldırılması şehir, bölge ve tarih açısından çok önemli bir adım olacaktır. Zira Malazgirt sadece ova açısından değil stratejik açıdan da önemli bir şehirmiş. Tarihsel olarak Ahlat bölgede başat bir ticaret ve üretim şehri iken, Malazgirt askeri bir şehir olarak bir garnizon görevi görüyormuş. Bu nedenle Selçuklu-Bizans mücadelelerinde çok defa el değiştirmiş ve nihayetinde de son hesaplaşma burada gerçekleşmiş.
Bundan sonra Malazgirt gezimizi sonlandırarak Süphan Dağı’nın etrafından ve bir yandan onun temaşasındayken bir yandan da Selçuklu ordusunun ilerleyişini hayal ederken Ahlat’a doğru yola çıktık. Ahlat muazzam güzellikte yeşil ve verimli bir yer. Hatta savaşı anlatan Bizans ve Ermeni kaynaklarında Romen Diyojen’in Malazgirt Garnizonu’nu ele geçirdikten sonra yaptığı ilk işlerden birisinin on-on beş bin kişilik bir kuvveti, ürünleri ve ekinleri korumak ve Selçuklu ordusunu buradan lojistik destek sağlamasını engellemek amacıyla Ahlat’a gönderdiği belirtilir. Biz de bu hassasiyetin sebebini dalları yerlere değen kıpkırmızı kiraz ağaçlarını ve geniş ceviz bahçelerini görünce bizzat anlamış olduk. Van Gölü’ne nazır bir mevkide kurulmuş olan Ahlat tarih boyunca önemini hep korumuş. Böylesi verimli, güzel ve stratejik bir yer önemini nasıl korumaz ki. Dünyadaki en büyük Müslüman mezarlığı olan Ahlat’taki Selçuklu mezarlarını söylemeye gerek bile yok. Dokuz bine yakın tescil edilmiş mezar bulunmakta ve pek çoğu da anıtsal nitelikte. Oraya girince tarihin sizinle konuştuğunu hissedebiliyorsunuz.
Gerek Malazgirt’ten ayrılışta gerekse de Ahlat’tan ayrılışta salt bir mekândan, bir şehirden ayrılıyormuş gibi değil de tarihin içinde yapmış olduğunuz bir seyahati bitirmiş gibi hissediyorsunuz. Bitmesini hiç istemediğiniz bir rüyadan uyanmak gibi bir his benliğinizi kaplıyor. Nihayete erdirmesin dediğiniz bir şiirin son satırını okuyorsunuz sanki. Hatta ayrıldıktan birkaç gün sonrasına kadar, rüyalarınızda ya da hayallerinizde oralarda dolaştığınızı fark edebiliyorsunuz zaman zaman.
Bu gezi vesilesiyle kısaca da olsa Muş Alparslan Üniversitesi’nden de bahsetmek istiyorum. Üniversitenin güzel ve şirin bir kampüsü var. Şehrin tarihsel önemi ve geçmişini hatırlatan iyi tasarlanmış kapısı ile bizi karşılayan üniversite benzer bir mimari hassasiyeti kısmen kampüs içerisinde de sergilemekte. Özveriyle çalışan akademik ve idari personeli üniversitenin yarınları için umut veriyor. Özellikle bizi davet ederek ağırlayan üniversite rektörü Prof. Dr. Mustafa Alican’ın bilindik bir bürokrat imajından ziyade akademik ve entelektüel kimliğini koruyan ve daha içten bir yaklaşımla insanlarla ilişki kuran (ki bana göre yönetici seviyesinde az bulunan nitelikler) bir kişi olduğunu söyleyebilirim. Mustafa Hoca’nın bir başka özelliği de Malazgirt ve Sultan Alparslan üzerine çalışıyor olması. Bu konuda çok sayıda makalesi ve yayınlanmış kitapları var. Bu husus Muş ve Malazgirt için gerçekten büyük bir fırsat. Zira doğrudan akademik hayatını bu konulara ayırmış bir akademisyenin üniversitenin başında olması, ileride konuyla ilgili çalışmaların daha güzel yerlere geleceği konusunda ümit vermekte. Ayrıca gerek 15 Temmuz Milli İrade Paneli’ndeki çabaları gerekse de Malazgirt ve Ahlat gezilerindeki mihmandarlığı ile genel olarak göstermiş olduğu misafirperverlikle Doç. Dr. Yusuf Çiftçi’yi anmak isterim. Son tahlilde saydığım isimlerin yanı sıra Muş’a, Malazgirt’e ve Ahlat’a bizimle paylaştıkları her şey için teşekkür ediyorum. Şanlı sultana ve onun askerlerine sayılamayacak ve ifade edilemeyecekler için minnettarım.